‘Demokrasi, en zengine ve en yoksul kisilere esit haklar verir, bu hedefe sadece baris yoluyla ulasilir’ (M. Gandi)
I.
“Toplumsal dokularindan”, insan iliskilerinden kan ve siddet dokulen toplumlarda siddettin, basli basina onemli toplumsal, ruhsal ve zihinsel tahrip gucu olan bir fenomen oldugu biliniyor. Ozellikle Kurtlerin, teror ve siddetin degisik boyutlarini, fonksiyonlarini ve toplumsal icerigini iyi tanimalari gerekir. Nasil ki, soguk savasin butun bir doneminde, dunyanin belli cografyalari (3.dunya ve somurge ulkeler) iki super gucun, uluslararasi silah endustrinin labaratuvar alanlari olarak islev gorduyse, sadece siddettin bu boyutu dahi kendisinin ve kapsaminin sanildigindan daha genis oldugunu gostermektedir.
Uzun bir donemdir siddet uzerinde yazmayi dusunuyorum. Her ne kadar siddet ve teror kavramlari birbirinden ayri muhtevalara tekabul eden tarihsel ve toplumsal sureclerin, dusunsel dinamikleriyle alakadar ise de, ozunde siddeti, kulturel-antropolojik ve sosyal bir fenomen olarak ele almayi istemistim. Denedim, fakat bu kavramin kapsami, icerigi ve cercevesi sandigimdan daha boyutlu oldugunu farkettim. Siddet kavraminin cercevesini sinirliyarak, teror kavramindan baslamayi uygun buldum.
Teror kavrami kokenini bati aydinlanma doneminden alan, gunluk hayat da kullanilisi, icerigi ve tarihi kokenleri hakkinda uzerinde pek de dusunmedigimiz, ama sikca kullanan bir bati bulusu kavrami olarak bilinir. Aydinlanma ise, ne sadece Kant’la gelisen humanizmaydi ne, Voltaire’nin rationalizmiydi, ne de sacede Hegel’in acimasiz diyalektigiydi. Hegel’in diyalektiginde teror, toplumsal ilerlemenin varzgecilmez onkosulu, tarihin sonuna gitmede, devindirici bir faktor olarak kabulleniliyordu. Ezen ve ezilenler arasindaki bu surekli catisma, surecinde siddet zorunlu bir faktor teskil etmekteydi. Lenin bunu; “ Sayet her kim bir omlet yapmak isterse, yumurtayi kirmak zorundadir” deyisiyle aciklar. Bu dusunce tarzi Hegelci dusuncenin ozunu teskil etmektedir. Dolayisiyle, Hegel teroru moderniteit’in temeli ve on gerekleri sayar. Burada Robespierre’nin uyguladigi ‘terorun’ ne icin oldugu daha iyi anlasiliyor. Bir sene icerisinde 40 bin insanin kafasini giyotinle kesildi. Bu baglamda batida teror konusunda ilk felsefi metin, bati aydinlanma filosofu Hegel’e ait oldugunu rahatlikla soylemek mumkun. Tarih ve felsefe uzerine dersler (Vorlesungen uber die Geschicte der Philosphie, (1807) adli kitabinda Hegel harfiyen, teroru ilerlemenin zorunlu bir donemi olarak belirtir.
Bu bati aydinlanma kaynakli teror aciklamasini devr alan somurge ve 3.dunya ulkeleri aydinlari, dogal olarak bu paradigma icerisinde yeni bir toplumsal projeyi uretmeleri, ‘karsi’ olduklari sistemden ‘dusunsel kopusu’ saglamalari mumkun degildir. Ayrica bu konu teror ve ethiek baglaminda bu gun tartisma gundemine de gelmedigi biliniyor. Son iki yuzyildir batinin urettigi ve ihrac ettigi, bu bahis konusu olan ‘aydinlanma degerleri’, sadece ozgurluk ve demokrasi olmadigi, ayni zamanda teror ve devrimler oldugunuda burada belirtmek gerekir. Burada asil olan, siddet ve terorle insanlar arasindaki iliskileri duzenlemek istiyen dusunsel paradigmanin dayandigi temellere isaret etmektir. Neki, Saint-Just ise “insanlar arasindaki iliskilerin sevgiye mi, yoksa terore mi dayanmali” diye kendisine sormaktaydi.
Bu gunku ethiek ve teror konusundaki degerlendirmelerin, tartismalarin ana bakis eksenine Huntington’un “medeniyetler arasi catisma” dusuncesi egemendir. Teror, medeniyetler arasi catismanin bir semptomu, batinin aydinlanma degerler sistemi, mirasi ile onun disinda olanlar arasinda bir catismanin bicimi olarak degerlendirilir. Terore yaklasim; modern, otonom, bati anlaminda bireyin ozgurlugu ile premodern heteronom bati karsitlari arasindaki zemine oturtulur. Dolayisiyla teror, ‘iki medeniyetin birbirinden ayristigi’ kirilma alani olan aydinlanma ve Fransiz devrimi oluverir.
Gerek Bati da gerekse Dogu da, toplumsal ilerleme ile siddet ve teror arasindaki bag konusunda, ahlaki cok farli yaklasimlarin oldugunu belirtmek isterim. Fakat Batida cok cabuk unutulan, ama 1950’li yillarda Fransa’da siddet ve terorun ahlaki boyutlari uzerine olan tartisma, o gunun entellektuel dunyasini ‘sarsmisti’. ‘Humanisme et Terrorisme’ (1947) adli kitabinda Merleau Ponty, devlet terorunu bir cesit yabanci ‘humanizma’ olarak savunur. ‘Kommunist problem’ adli bu yazi, Stalin’in devlet teroru olarak uygulamalarini iceren Arthur Koestler’in 1941’de yazdigi ‘Darkness at Noon’ adli romanina karsi yazilmisti.
Merleau Ponty’e gore, bir teroristin davranisi, o teroristin yaptiklarindan, onun kendi subjektif siddet ve ahlaki bakis acisindan degil, fakat onun ‘maddi yasam kosullarindan’ ve ‘tarihin maddi kuvvetlerini’ goz onunde bulunarak karar verilmelidir diyordu. Bireysel psikoloji ve toplumsal degisim, Merleau Ponty’e gore kopmaz baglarla birbirine baglidir. Subjektif motiflerin, bilinc yanilsamalarindaki payini hesaba katmiyordu. Bu Hegelci degerlendirme de bazi temel yanlisliklar oldugu ise bugun apacik ortada.
Buna karsin, her ne kadar ozgurluk ve demokrasiye vurgu yapan anti-Hegelci dusunceyi cikis noktasi alanlarda, terorun ethiek baglaminda, her zaman tam ve yeterli aciklamayi yapamadilar. Nasil ki, Fransiz filosofu Claude Lefort demokrariyi bir yaniyla surekli bir mucadele prosesi, diger yaniyla surekli bir guvensizlik ve cesitliligin kabullenisi olarak ifade ediyordu. “Hic bir toplum mukkemeliyete kavusamaz. Hic bir ideoloji hic bir zaman kesin basariyi sagliyamaz. Bir olgu olarak, “gucun bos alani” icin surekli bir mucadele icindeki demokratik ayriliklar hic bir zaman, hic bir guc tarafindan tam olarak doldurulamaz. Bu alani ne tanri, ne tiran ne de devlet doldurulabilir. Kesilen krallarin baslari, govdelerine geri donmiyecektir” diyordu. Bu dusuncelere sahip olan Lefort, 1950’li yillarda, Jean-Francois Lyotard ve Guy Debord’a uyesi olduklari ‘Socialisme ou Barbarie’ adli hareketin teorisyenleriydiler. Lefort 1959’da marxizmden kesin koptu.
Demokrasiyi,‘gucun bos alani’ olarak ifade eden Lefort’un bu notral aciklamasi, yinede insan haklari konusunda belli, bir ortak dusunceyi ‘sagladigini’, Lefort’un bakis acisindan olaya bakildiginda dahi, aydinlanmanin onemli mirasi arasinda gorulen Hegel diyalektiginin dayandigi tarihi ilerlemenin mirasi icinde tehayyul etmek mumkundur. Bu baglamda ikinci dunya savasi sonrasinda, Fransiz dusuncesi Lefort’la beraber anti-ideoloji ve anti-hegelci ‘bir son doneme tekabul etti’. Dolayisiyle Lefort’un dusunceleri, bu gunku egemen neoliberal ve neoconservatizme mukkemel ‘non-ideoloji’ saglamaktadir.
Devami var.
Behram Xalid
behramxalid@gmail.com
17 subat 2008
I.
“Toplumsal dokularindan”, insan iliskilerinden kan ve siddet dokulen toplumlarda siddettin, basli basina onemli toplumsal, ruhsal ve zihinsel tahrip gucu olan bir fenomen oldugu biliniyor. Ozellikle Kurtlerin, teror ve siddetin degisik boyutlarini, fonksiyonlarini ve toplumsal icerigini iyi tanimalari gerekir. Nasil ki, soguk savasin butun bir doneminde, dunyanin belli cografyalari (3.dunya ve somurge ulkeler) iki super gucun, uluslararasi silah endustrinin labaratuvar alanlari olarak islev gorduyse, sadece siddettin bu boyutu dahi kendisinin ve kapsaminin sanildigindan daha genis oldugunu gostermektedir.
Uzun bir donemdir siddet uzerinde yazmayi dusunuyorum. Her ne kadar siddet ve teror kavramlari birbirinden ayri muhtevalara tekabul eden tarihsel ve toplumsal sureclerin, dusunsel dinamikleriyle alakadar ise de, ozunde siddeti, kulturel-antropolojik ve sosyal bir fenomen olarak ele almayi istemistim. Denedim, fakat bu kavramin kapsami, icerigi ve cercevesi sandigimdan daha boyutlu oldugunu farkettim. Siddet kavraminin cercevesini sinirliyarak, teror kavramindan baslamayi uygun buldum.
Teror kavrami kokenini bati aydinlanma doneminden alan, gunluk hayat da kullanilisi, icerigi ve tarihi kokenleri hakkinda uzerinde pek de dusunmedigimiz, ama sikca kullanan bir bati bulusu kavrami olarak bilinir. Aydinlanma ise, ne sadece Kant’la gelisen humanizmaydi ne, Voltaire’nin rationalizmiydi, ne de sacede Hegel’in acimasiz diyalektigiydi. Hegel’in diyalektiginde teror, toplumsal ilerlemenin varzgecilmez onkosulu, tarihin sonuna gitmede, devindirici bir faktor olarak kabulleniliyordu. Ezen ve ezilenler arasindaki bu surekli catisma, surecinde siddet zorunlu bir faktor teskil etmekteydi. Lenin bunu; “ Sayet her kim bir omlet yapmak isterse, yumurtayi kirmak zorundadir” deyisiyle aciklar. Bu dusunce tarzi Hegelci dusuncenin ozunu teskil etmektedir. Dolayisiyle, Hegel teroru moderniteit’in temeli ve on gerekleri sayar. Burada Robespierre’nin uyguladigi ‘terorun’ ne icin oldugu daha iyi anlasiliyor. Bir sene icerisinde 40 bin insanin kafasini giyotinle kesildi. Bu baglamda batida teror konusunda ilk felsefi metin, bati aydinlanma filosofu Hegel’e ait oldugunu rahatlikla soylemek mumkun. Tarih ve felsefe uzerine dersler (Vorlesungen uber die Geschicte der Philosphie, (1807) adli kitabinda Hegel harfiyen, teroru ilerlemenin zorunlu bir donemi olarak belirtir.
Bu bati aydinlanma kaynakli teror aciklamasini devr alan somurge ve 3.dunya ulkeleri aydinlari, dogal olarak bu paradigma icerisinde yeni bir toplumsal projeyi uretmeleri, ‘karsi’ olduklari sistemden ‘dusunsel kopusu’ saglamalari mumkun degildir. Ayrica bu konu teror ve ethiek baglaminda bu gun tartisma gundemine de gelmedigi biliniyor. Son iki yuzyildir batinin urettigi ve ihrac ettigi, bu bahis konusu olan ‘aydinlanma degerleri’, sadece ozgurluk ve demokrasi olmadigi, ayni zamanda teror ve devrimler oldugunuda burada belirtmek gerekir. Burada asil olan, siddet ve terorle insanlar arasindaki iliskileri duzenlemek istiyen dusunsel paradigmanin dayandigi temellere isaret etmektir. Neki, Saint-Just ise “insanlar arasindaki iliskilerin sevgiye mi, yoksa terore mi dayanmali” diye kendisine sormaktaydi.
Bu gunku ethiek ve teror konusundaki degerlendirmelerin, tartismalarin ana bakis eksenine Huntington’un “medeniyetler arasi catisma” dusuncesi egemendir. Teror, medeniyetler arasi catismanin bir semptomu, batinin aydinlanma degerler sistemi, mirasi ile onun disinda olanlar arasinda bir catismanin bicimi olarak degerlendirilir. Terore yaklasim; modern, otonom, bati anlaminda bireyin ozgurlugu ile premodern heteronom bati karsitlari arasindaki zemine oturtulur. Dolayisiyla teror, ‘iki medeniyetin birbirinden ayristigi’ kirilma alani olan aydinlanma ve Fransiz devrimi oluverir.
Gerek Bati da gerekse Dogu da, toplumsal ilerleme ile siddet ve teror arasindaki bag konusunda, ahlaki cok farli yaklasimlarin oldugunu belirtmek isterim. Fakat Batida cok cabuk unutulan, ama 1950’li yillarda Fransa’da siddet ve terorun ahlaki boyutlari uzerine olan tartisma, o gunun entellektuel dunyasini ‘sarsmisti’. ‘Humanisme et Terrorisme’ (1947) adli kitabinda Merleau Ponty, devlet terorunu bir cesit yabanci ‘humanizma’ olarak savunur. ‘Kommunist problem’ adli bu yazi, Stalin’in devlet teroru olarak uygulamalarini iceren Arthur Koestler’in 1941’de yazdigi ‘Darkness at Noon’ adli romanina karsi yazilmisti.
Merleau Ponty’e gore, bir teroristin davranisi, o teroristin yaptiklarindan, onun kendi subjektif siddet ve ahlaki bakis acisindan degil, fakat onun ‘maddi yasam kosullarindan’ ve ‘tarihin maddi kuvvetlerini’ goz onunde bulunarak karar verilmelidir diyordu. Bireysel psikoloji ve toplumsal degisim, Merleau Ponty’e gore kopmaz baglarla birbirine baglidir. Subjektif motiflerin, bilinc yanilsamalarindaki payini hesaba katmiyordu. Bu Hegelci degerlendirme de bazi temel yanlisliklar oldugu ise bugun apacik ortada.
Buna karsin, her ne kadar ozgurluk ve demokrasiye vurgu yapan anti-Hegelci dusunceyi cikis noktasi alanlarda, terorun ethiek baglaminda, her zaman tam ve yeterli aciklamayi yapamadilar. Nasil ki, Fransiz filosofu Claude Lefort demokrariyi bir yaniyla surekli bir mucadele prosesi, diger yaniyla surekli bir guvensizlik ve cesitliligin kabullenisi olarak ifade ediyordu. “Hic bir toplum mukkemeliyete kavusamaz. Hic bir ideoloji hic bir zaman kesin basariyi sagliyamaz. Bir olgu olarak, “gucun bos alani” icin surekli bir mucadele icindeki demokratik ayriliklar hic bir zaman, hic bir guc tarafindan tam olarak doldurulamaz. Bu alani ne tanri, ne tiran ne de devlet doldurulabilir. Kesilen krallarin baslari, govdelerine geri donmiyecektir” diyordu. Bu dusuncelere sahip olan Lefort, 1950’li yillarda, Jean-Francois Lyotard ve Guy Debord’a uyesi olduklari ‘Socialisme ou Barbarie’ adli hareketin teorisyenleriydiler. Lefort 1959’da marxizmden kesin koptu.
Demokrasiyi,‘gucun bos alani’ olarak ifade eden Lefort’un bu notral aciklamasi, yinede insan haklari konusunda belli, bir ortak dusunceyi ‘sagladigini’, Lefort’un bakis acisindan olaya bakildiginda dahi, aydinlanmanin onemli mirasi arasinda gorulen Hegel diyalektiginin dayandigi tarihi ilerlemenin mirasi icinde tehayyul etmek mumkundur. Bu baglamda ikinci dunya savasi sonrasinda, Fransiz dusuncesi Lefort’la beraber anti-ideoloji ve anti-hegelci ‘bir son doneme tekabul etti’. Dolayisiyle Lefort’un dusunceleri, bu gunku egemen neoliberal ve neoconservatizme mukkemel ‘non-ideoloji’ saglamaktadir.
Devami var.
Behram Xalid
behramxalid@gmail.com
17 subat 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder