10/26/2007


TOTALİTARİZMİN TEMELLERİ


Akıllı ve asil kişiler, yaptıkları iyilik için karşılık beklemezler. İyiler arasında arkadaşlık çabuk kurulur, güç bozulur. Örneğin altın sürahi kolay kolay kırılmaz; çatlar veya kırılırsa da çabucak eski haline getirilebilinir ya da hemen onarılır. Oysa kötüler arasındaki dostluk çok çabuk bozulabilir, düzelmesi ise uzun sürer. Tıpkı toprak testi gibi; küçük bir darbeyle hemen kırılır, onarılması ise olanaksızdır. (Kelile ve Dimne)


Yirminci yüzyıl bir bakıma kitlesel politik cinayetlerin yüzyılıdır. Hitler ve Stalin’nin kurumlaştırdıkları kitlesel cinayet makinası, geride milyonlarca kurbanı bırakarak, tarih sahnesinden çekildiler. 1951 yılında ilk defa, Hannah Arendt’in (1906-1975), The Origins of Totalitarianism (Totalitarizmin Temelleri) adlı eseri; Alman nasyonal-sosyalizmi, sovyet komünizmi ile karşılaştıran çalışması yayınlanır. Bu çalışmada Arendt, totalitarizm kavramıyla temel olarak ifade etmek istediği; her iki sistemin kendi karşıtlarını yok etmek için sınırsızca uyguladıkları şiddetin amaç, metodlarının öngördüğü ve hedeflediği “yeni bir toplum modeli” özünde aynı idi. Biri saf Alman halk toplumunun yaratılmasını hedeflerken diğeri ise, sınıfsız bir toplumu hedefliyordu.

Bu iki anlayış arasındaki yıkıcı motif ve idealizm, yazara göre, modern endüstri çağının tipik bir sonucuydu. Ayrıca Arendt, yirminci yüzyılda, endüstri devriminin yükselişi, ve bu endüstriyel düşüncenin kitlelerin güvenilir değerler sistemlerinin, toplumsal kurum ve ilişkilerin üzerinde büyük etkisinin olduğunu belirtir. Bu automatize olmuş toplum, köksüz ve başı boş bir kitleyi yarattı. Birinci dünya savaşı bu, başı boş ve köksüz kitlererin yasadışı davranış ve gödülerinin altındaki ruhsal kaynaklardan yükseldi.

Gerek sovyet ve gerekse nasyonal-sosyalist elitler, tüm yaptıklarının gerekçesi, bu ruhsal zemindeki insanlara yeni bir ideoloji, yeni bir toplum ve yeni bir insan tipini yaratmak için gösteriliyordu. Öyleki kendisini tarihsel bir zorunluluğa dayandıran totalitarizm, gerek sol ve gerekse sağ aşırı variyantlarıyla, uyguladığı şiddet ve terörü sadece, haklı değil zorunlu olduğunu da vurguluyorlardı.

Bu çalışmasının yayınlamasıyla Arendt, o güne kadar konu hakkında en ciddi ve kapsamlı bir açıklamayı ifade ettiği gibi, bunun yanında Arendt, politik saldırı ve eleştirilerin de hedefi oldu. Sol yapıtını, soğuk savaş döneminin en kızışık anında (Kore savaşı) çıktığı için, Sovyetler birliğini Hitler’in cinayetleriyle bir tutmakla, karalamakla eleştirdi. Sağ ise yapıtını, genel anlamda modern topluma yapılmış bir saldırı olarak nitelendirdi.

Totalitarizmin temelleri adli eser sadece, çok yönlü ve zengin bir bilgiye dayanmıyor o, aynı zamanda Arendt’in kişisel yaşam tecrübelerinide ihtiva ediyor. Hannah Arendt, 14 ekim 1906 da, yahudi bir aileden, o zamanki tabiriyle Doğu-Prusya olarak ifade edilen, Almanya’nin Hannover yakınındaki Linden kasabasında dünyaya geldi. Hitler’in iktidarı 1933 de ele geçirmesi döneminde Almanya’dan kaçar. Önce Fransa’ya, ordanda Amerika’ya yerleşir. Bütün bu zaman diliminde Arendt, national-sosyalizmi açıklamaya dayanacak olan, The Origins of Totalitarianism eserinin ön hazırlıklarını yapar. En son 1947 de komünizm üzerine yazmayı kararlaştırır. Bütün bu zaman diliminde ki araştırma ve düşüncelerinin sonuncunda, yaşanan bu sistemli, kitlesel şiddet ve terörün, sadece bir Alman fenomeni olmadığının kanaatine varır.

Fakat duyguları, geldiği, doğup ve yetiştiği yerle hep çatışmalı oldu. 1924 Marburg da felsefe ögrencisi iken, Martin Heiddeger’den ders alır. Burada kısa bir dönemden sonra kendisiyle Heiddeger arasında, (Arendt onsekiz, Heiddeger otuzbeş yaşındadır) yaşamlarında çok yönlü iz bırakan bir aşk ilişkisi geçer. Arendt Almanya’dan kaçtıktan sonra, Heiddeger’in açık nasyonal-sosyalistlerin taraftarı olması ve dolayısiyle Hitler’in anti-musevi düşmanlığına ses davranışı onu, büyük hayal kırıklığına uğratır.

Buna rağmen yinede Arendt, savaş sonrasın da Heiddeger’i, Nietzsche’den bu yana en önemli filozof olarak tamınlar. Ayrıca Arendt, 1950 de Avrupa’ya geri döndüğünde yine Heiddeger’le görüşür. Burada açık olan bir husus Arendt’in, The origins of Totalitarianism adlı eserinin bölümlerini yazarken bile, toplumu total bir biçimde saran şiddetin feth edici yönünü, aydinlarin entellektüel dimağlarını büyüleyen gücünün arasında Heiddeger’i, düşünmüş olmasıdır.

Ne ki, Arendt’in hemem hemen tüm önemli çalışmalarında sıkça görülen temel disiplinlerin sınırlarının aşılmasıdır. Arendt, tarih’i açıklarken, ama aynı anda, felsefe ve sosyolojiyi de işler. Buna karşın literatür temel bir kaynakça olarak kullanır. Yeterince ilginç bir husus, bu konuya yakın içerikte yazılmış Arthur Koestler’in “Darkness at Noon” (Öğlen içindeki Gece) adlı romanı hakkında Arendt’in suskun kalmasıdır. 1940 yilların sonunda aynı içerikte olan bu eser, totalitarizm düşüncesi üzerine yazılmış belkide, The origins of Totalitarianism’den daha fazla bir etkiye sahiptir.

Koestler, “Öğlen içindeki Gece” adlı eserinin başrolündeki Rubasjov kişiliğinde totalitarist düşünce ile yoğrulmuş elit insanların psikolojik-ruhsal yapılarını derin bir analiz ile açıklamaya çalışır. Rubasjov, Stalin’in emriyle Bucharin’i ölüme mahkum ederken, aslından sovyet devriminin ve Lenin’nin eski bir mücadele arkadaşını, kurumlaşan sovyet diktatörlüğü için imha edildiğinin farkında olsa bile bunun, “tarihin şaşmaz zorunluluğundan dolayı” önemli olmadığını sanıyordu.

1938 de Bucharin göstermelik bir mahkemeyle idama mahkum edilir. Rubasjov, her ne kadar Bucharin’nin suçsuz olduğunu biliyor idiysede, parti emrinin yerine getirilmesini sağlıyabilmek ve bir bütün olarak komünizmin tarihsel zaferinin zorunluluğu için, Bucharin’nin ve herkesin, kendi kişisel vicdanlarından, kanaatlerinden dahi vazgeçmeleri gerektiğini temayül ediyordu. Bunun için Bucharin’e son söz veriliyordu.

Rubasjov, Bucharin’nin idama mahkum edilmesi, inançlarına, düşüncelerine ve o güne kadar insanlık için ideallerinden, geleceğe olan güvene etkisi olabileceğini biliyordu. Ama yinede sistem için bu “zorunluydu”. Bucharin’in idamından kısa bir dönemden sonra, görüldü ki, sistem, bireylerin özgür isteklerini kabul etmediği, onlardan sisteme kesin itikad isteyerek, insani kabiliyet ve değerlerin imhasına neden oluyordu.

Doğu Avrupalı-Musevi kökenli olan Koestler’in, “Öğlen içindeki Gece”, eseri, 1940 yılında Almanlar’ın Fransa’yı işgal ettikleri, ve kendisinin bir toplama kampında tutuklu bulunduğu bir dönemde yayınlanır. Bu dönemde Arendt’de Fransa’da tutuklanmış ve kısa bir dönem sonra serbest bırakılır ve Amerika’ya gider. Koestler, kitabının yayınlamasından hemen sonra İngiltere’ye yerleşir.

Fakat yine de önemli bir ayrıntı, Arendt’in onbir yıl sonra yayınlanacak olan The Origins of Totalitarianism adlı eserinde Koestler’den bahsetmemiş olmasıdır. Belkide Arendt’in bu tavrının altında belli bir politik mentaliteyt anlayışı yatıyordu. Eski komünist olan Koestler, soğuk savas döneminin hemen başında, CIA’nın maddi olarak desteklediği Congress For Cultural Freedom kurumunun bir üyesi olarak, anti-komünist bir yelpazeye geçmişti.

Buna rağmen Arendt Amerika’da bulunduğu dönemde senator McCarthy’in vahşice başlattığı anti-komünist tutuklamalara mesafeli durması, Koestler’in eseri konusundaki sesizliği ve özellikle soğuk savaş döneminin sonunda, totalitarizm toplumsal psikolojik boyutu üzerinde yeniden düşünmenin önemini ne gölgeliyor nede ordadan kaldırıyor…

BEHRAM XALID
26 Ekim 2007
behramxalid@gmail.com

10/20/2007


”YENİ BİR DÜNYA KURULUYOR” VE KÜRT’LER İÇİNDE YERİNİ ALIYOR.


”Dünyanın bütün karanlıkları bir araya gelse,
bir mumun ışığını söndüremez”


Kürdistan ayakta. Öyleki, zaman ve tarih sadece yaşayanları değil sanki, şehidleride diriltiyor. Yediden yetmişe Kürtler, özgür vatan toprakları için ölüme hazır olduklarını haykırıyorlar. Gencecik ve yaşlı çehreleriyle özgürlüğe koşan bu insanlar, ellerindeki pankantlarla, Türk millitarizmine adeta medeni bir demokrasi dersini veriyorlar. Kürt gençleri, kadınları, yaşlıları, yüzyıllık esaretin ve acının bir kader olmadığını, yarattıkları demokratik deneyimleriyle ve özgür duruşlarıyla bunu, dünyaya duyuruyorlar. Bütün dünya haber ajanslarında, Kürt’ler var. Artık dünya eski, gizli bir bildiri dünyası değil. Kürtler’de eski Kürt değildir. Onlarla dost olmak, onlarla bebaber yaşamayı öğrenmek, komşu olmak, herkesin yararına olacaği günler uzak değildir.

Göz bebeklerinden saçılan aşk, özgürlük ve yaşam sevinci, sanki yemyeşil ovalarına, güneşin zarif ve rengaren ışınlarına boyanmışcasına, tepelerine, topraklarına, sonsuzluk ruhunu tekrar katıyor. Bir heyecan, bir coşku sarıyor, bilinmiyen ve duyulmıyan dünyalara. Bilinmiyor mu, bu topraklar kerameti ve kutsiyetini nice bilginin sıcak aşına irfan ve bereket, mekanlarına hürmetle minder oldu. Kervanlarına, hanlarına ve yolcularna, yüksek ve erişilmez dağlarından süzülen zemzem suyu oldu. Bilinmeli ki, bu yaşlıların, kadınların ve çocukların huzurlu ve mutlu olduklarında zaferi, mahmur ve mahcup bir edayla, sevincini gizli yaşayan bir kuşağ, şafak sökümünde ölüme yattığını. Bilinmiyor mu, her zulmün kılıcını kullanan, aynı kılıçla öldürüldüğünü, ve “Kürdistan Bölgesi'ne ve tecrübesine herhangi bir müdahale karşısında, demokrasi deneyimimizi, milletimizin kerametini ve ülkemizin kudsiyetini savunmak için” her şeye hazırız diyenin gençliğinde saklı cevahiri.

Kulak verin artık, Kürt’lerle yaşamasını öğrenin. Kürt’lerin de bir ulus olmaktan kaynaklanan en az sizin kadar, demokratik haklarının olduğuna saygılı olun. Bu gidişle, Iran’dan da geri olmaya yöneldiğinizi görün.

Peki şimdi ne olacak?
Neden Türk devleti iki yüzbin askerini sınırda konuşlandırmakta?
Çünkü, ”güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiği müddetçe aya, güneşi tam görünen gündüze, aydınlığı örttüğü vakit geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu düzlük yapana, ruha ve onu güzel bir biçimde şekillendirene ” inanarak diyorum ki ; ”yeni bir dünya kuruluyor ” ve Kürtler içinde yerini alacaklar da ondan.

Türkler, güney Kürdistan bölgesi yönetiminin iradesine rağmen, işgal hareketine başlamaları halinde, kendilerinin hiç beklenmedikleri bir direniş ile karşılık alacaklarını, bütün bölgenin dengesinin değiseceğini, bölgesel ve küresel düzeyde yeni bir saflaşya sebebiyet vereceklerini çok iyi biliyorlar. ABD’ye, Arap dünyasına, Avrupa’ya, Çin’e, Rusya’ya ve Nato’ya rağmen T.C’nin güney Kürdistan’ı istilaya kalkışması demek, Osmanlı’dan kalan Anadolu yakasından ebediyen çekilmesi demektir. Bu sürecde giremezler, riskler kazançlardan çok daha fazladır.

Burada,İmrali sakinin alevlendirilen, propaganda amaçlı durumundan çok, Kandil’in askeri politik ufkunun nerede duracağı, kuzey Kürt hareketi açısından önemli. Türk ordu güçleri, Kandil’e havadan, yada karadan sınırlı, muhtelif nokta operasyonları yapabilir. Bu Irak merkezi hükümeti, ABD ve Kürt yönetiminin bilgisi dahilinde olma ihtimali büyük. Ancak, sıcak çatışmalar olsada, PKK’nin, askeri olarak bitirmeleri mümkün değildir. Kürdistan’da askeri olarak yenilmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Türk genel kurmayı bunu çok iyi biliyor. Kontrollü bir operasyon ise, iç politikada çıkarılan görültüyü kamufle etmeye matuf olacaktır.

Kısa vadede, Kandil’in önünde pek çok fazla alternatif yok. Türkiye’de demokratik bir geçiş yada olağanüstü bir durum olmadıği müddetçe Kandil, sömürgeci siyasetin iki sırtı keskin bıcakları arasında kan kaybederek tükenir. Yada kayıtsız ve şartsız güneydeki sürece katılırlar. Buradan uzun vadeli bir çıkış mümkün olabilir. Iran’la çatışarak uzun vadede ayakta kalmaları mümkün değildir. En ölumcül ve tehlikelisi, provakatif eylemlerle, Türk’lerin güneye müdahale zeminini sağlıyarak, Türk’lerin güneye büyük bir ordu ve logistik güç ile girmesini ve dünyaya Türk ordusunu güneye girme meşruiyetini sağlamak. Bu durumda PKK’nin, içindeki yurtsever kadrolara büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğü kanaatindeyim.

Bütün bu ihtimaller dahi, Federal Kürdistan yönetiminin meşru temellerden yükselmiş olan özgür anayasasından ve Irak federal anayasasından, kendilerine tanıdığı hak ve yükümlülüklerden kaynaklanan güç ve basireti ordadan kaldıracak hiç güçün olmadığını düşünüyorum.

Yinede bir istila hareketi, Türkiye’nin bindiği dalı kesmesi demek olur. Türkiye bunu göze alaması çok zor. Bölgesel güç olma yolunda hızla ilerleyen Iran faktörü var. Hazar çevresi, Kafkasya, Orta-Asya bölgesel güç dengelerin içideki, karşıt ve taraf olan güçler var. Türkiye bu alanda da kaybediyor. Iran aktif ve operasyonel güç dengelerine oturuyor. Türkiye’nin olası hareketini, şu ana kadar sadece, Suriye açık desteklendi. Suriye’nin ise bölgede demokratikleşmenin önünde ciddi bir çıbanbaşı olduğunu, devletler hukukuna aykırı bir biçimde bölgede, sistematik bir devlet terörünü, Arab-Israil çatışması ekseninde gelenekleştirerek, hem içerde hem dışarda politik suikastlerle terörürü yaydığı, tüm dünya biliyor. Suriye’nin açık kartıyla güney Kürdistan’ın işgali, Türkiye’nin sonu gelmez çalkantılara girmesine ve iç çatışmalarla enerjisini tüketir. Türkiye dönüşmünü, iç dimaniklerden çok diş dinamiklerin belirleyici olacağı bir sürece girer. Bu işi de, başkaları Türk’lere dikte ederek yapacakları, her halde Türk yöneticileri biliyordur.

Suriye, Türkiye ile olan sorunlarını çözebilmek için yıllarca, dünün Bekaa sakinine logistik ve maddi destek vererek, düşük yoğunluklu bir savaşın Kürdistan’da sürdürülmesini sağlamadı mı ? Binlerce köyün haritadan silinerek, milyonlarca insanın batıya göç etmesine, doğal toplumsal çevrelerinden koparılarak, yoksul, perişan olmalarına neden olmadı mı ? Bu insanların batıda toplumsal akibetleri ne oldu, hiç düşündünüz mü ? Binlerce insanın ölümüne, yüzbinlercesinin sakat kalmasına neden olan Suriye’nin kanli geçmişini, Kuzey Kıbrıs’ın tanınması karşılığında silmek doğru mu? Eğer T.C, gerçekten, kendi askerini seviyorduysa, Suriye’nin bu hasmane tavrından dolayı, ölmüş binlerce askerin, geride bıraktıkları ailelerine ne diyecektir ? Suriye’ye verilen harekat notası ile Türk ordusunun, güney Kurdistan’a saldırıya kalkışmasının şartları bir midir ? Güney Kürtler’i miydi size cenazeleri gönderen ?

Babasından kalma şark kurnazlığıyla, zalim ve terörist bir diktatörlük rejimini sürdüren Beşar Eshad’in, ABD ve İsrail ile olan ”sorunlarının” çözümü halinde yarin, size farklı davranmıyacağı ne malüm ? Kendi vatandaşlarının mahrem yerlerine kadar kontrol eden, bir diktatör, azınlik rejiminin, Avrupa değerler sistemiyle bütünleşmek istiyen bir ülkeyle, bu ülkenin vatandaşlarının barış ve refahi ile ne alakası olabilir? Başer Esad rejimi, ikiz kardeş olduğu Saddam Huseyin’nin Baas Nasyonal sosyalist rejiminden ne farkı var? Türk yönetici kesimi mutlaka bunları düşünmek zorundadır..


Türkiye ancak olağanüstü bir kriz anında, bölgesel ve küresel bir hesaplaşma ortamında güney Kürdistan’ı istila edebilir. Bu koşullar şu anda yok. Türk’lerin hazm edemedikleri, karşısında çaresizce hiddetlendikleri aslında, PKK’nin saldırıları olmadığı biliniyor. En temel neden, meşruiyyettini kendisinden alan, Kerkük’ün statüsünü referandumla Federal Kürdistan bölge yönetimine bırakacak olan, demokratik federal bir Kürt devletinin, bölgede her yönüyle gelişmesidir. Irak federal bir devlet olarak hala ayakta. Türkiye, 2003’de ABD’nin Irak’a müdahalesi ortamında, ABD’ ile beraber Irak’a girme koşulları vardı. Şimdi ise Türk’ler açısından zaman çok geç. Buna kalkışmak her halukarda, anti demokratik gelişmelere yol açacağı ve toplumsal bir depreme neden olacagi hemen hemen herkes paylaşmakta.

Türkiye’nin saldırgan tavrının altında yatan ikici bir neden, kendi iç çıkmazları ve iç dengelerdeki iktidar çatışmasından kaynaklanan sorunlardır. Kemalist ve millitarist odaklar Türkiye’nin demokratikleşmesine müdahale etmek istiyorlar. Kemalizm artık, Türkler açısından dahi birleştirici fonksiyonunu yitirmiş durumdadır. Kemalist düşünce sistemi, sadece,Türkiye’nin tarinsel,sosyal, kültürel ve siyasal gerçekleriyle çelişmiyor, o, aynı zamanda, dünyanin bugünkü gidişatına da uymadığı anlaşılmak istenilmiyor. Kemalizmin restorasyonuna dayanan toplumsal projeler ve visyonlarda sağlıklı olamıyacakları ise ortada.

AKP’nin temsil ettigi toplumsal hareketin çok nazik dengeler üzerinde, siyasal iktidarın toplumsal temellerini genişletmeye çalıştığı belliydi. Yine belli olan, Türkiye’nin, liberal ve demokratik gelişmesi acısından, Orta Doğu’daki bir çok İslam ülkesinden farklı olduğuydu. Kemalist milliyetçiliğin yapamadiğını yapmaya çalışan AKP’nin, Tezkereye onay veren yaklaşımı, bu iç iktidar dengelerindeki kaymaların mümkün ve muhtemel olabileceğini gösteriyor. Kürtler acısından her halukarda, iktidar ilişkilerin saflaşması, netleşmesi elzemdir.

Ne var ki, Türk modernleşmesinin itici güçleri bu gün, siyasal ifadesini İslami muhafazakar AKP de buldu. Bözülmüş sol, bırak anti kapitalist mücadelede, varoşlarin toplumsal ve zihinsel sefaletinden, toplumsal bir güç çıkarmayı onlar, devletin ideolojik mekanizmaları arasında ancak, Kürdistan’dan milletvekili marifetiyle sömürge çocuklarına, sömürgeci -Türki şovlar yaptılar. Oysa, İslami kimliğiyle AKP, istenilen düzeyde olmasada, ekonomiyi, hukuku, toplumsal kurumları kısacası sistemi, Avrupa normlarına göre reforme etmeye çalışıyordu. Kemalist’lerin, anti-Kürt, ırkçi ve milliyetçi söylemleri, olan “vatan elden gidiyor”, “vatan, millet, sakarya” dan ayrı, Liberal-muhafazakar kesimin, Kürt’lere daha temkinli yaklaşımları, liberal ekonomiyi teşvik eden, rekabetten yana, uluslararası sermayeye açık, Avrupa ile entegrasyona hız veren, yatırım ve üretime yönelen yanlarıyla, demokratik özgürlükler için önemli bir süreçte oldukları açık görülüyordu .

Bu yanıyla, son süreçte, değişimlerin temel motoru İslamcılar oldular, Kemalistler değil. Kemalist elit ise, ittihat ve terakiden kalma yöntemlerle, toplumun demokrasi ve özgürlük taleplerini provakasyon ve gizli müdahalerle, süreçe hala ayak direttiyorlar.Türk ordusunun güney Kürdistan’i istilası halinde, bu değişim sürecinin kapanacağı.herkese ayandır.
Bu gerçekleri, İslami kesim ve AKP’nin siyasal kadroları kendi demokratik meşruiyyetleri açısından idrak etmek zorundadırlar.

Ayrica şu bilinmeli ki,Türk moderleşmesinde ”din ruhunun ” ,”özgürlük ve demokrasi ruhu” ile birleştiği bu anda, dinsellik bir ayrıcalık olarak, ancak toplumun demokratik özgürlüklerini teşvik ettigi, bunu geliştiren ve bunun için modeller sunduğu oranda anlamlıdır. Aksi taktirde, bu dini ayricalık, demokratik dönüşümlere ölümcül bir tehdit içeren güçlerin ellerinde, tam anlamıyla topluma, bir karabasan gibi inen bir araç olmaktan öteye geçmiyeceği bilinmelidir…



BEHRAM XALID
berhamxalid@gmail.com
20 Ekim 2007

10/14/2007


DİL VE İKLİMİN RUHU



“Yeryüzü, hizmet eden taşıyıcıdır, çiçeğe boğulan meyveler verir, kayalıklar ve sular halinde yayılır, bitkiler ve hayvanlar olarak ortaya çıkar. Gökyüzü, Güneş’in arabasını sürdüğü yoldur, bir evreden diğerine geçen Ay’in yoludur, Yıldız’ların gezinen ışıltıları, Mevsimler ve değişimlerdir, Günün ışığı ve kararması, Gecenin karanlığı ve aydınlamasıdır, Havanın yumuşaklığı ve sertliği, Bulutların göçü ve mavileyen Esirin derinliğidir… Yer ve Gökyüzü, ilahi ve fani olan, aynı kökenin bir bütünüdürler”. ( Martin Heidegger)


“Birbirinizi seviniz, ancak, sevginizi zincirlemeyiniz. Sevginiz, ruhunuzun kıyıları arasında kıpırdayan bir deniz olsun”. (Halil Cibran)


Her ne kadar toplum ve doğa yasaları arasında ortak özellikler varsa da, insan bilimleri, bir çok konuda tabiat yasalarından ayrı ve faklı özellikler gösterdiğini biliyoruz. Metod, kapsam ve neden faklı olduklarına girmeden, günümüzdeki bilimsel dönüşümler ile toplumsal değişim arasındaki fark ve ters orantıyı mukayese etmek dahi, bu farklılığın neler olabileceği konusunda bize, belli bir fikir verebileceği kanaatindeyim.


Ve daha, Kemalist sömürgeciliğin kürt milletinin sinesinde, paslı bir hancer gibi duran, ulusal kimyamızda açığı onulmaz yaraların iyileştirmeye çalışacağımız uzun yıllar var kürtlerin önünde. Insanlarımızın gerçekten mutlu ve özgürleşmesine engel olan bu sistem, dünyanın ekolojik dengesini bozan, iklimin değişmesine neden olan ve sermayenin aç gözlülüğünden daha tahripkar, daha ölümcül ve daha toplu bir imha etkisine sahip… Vatanımızda savaş devam ediyor.


Çünkü, bu sistem Kürdistan’ın fiziki, doğal, ulusal, toplumsal, kültürel, ailesel ve insani yapısını bozmakla, değiştirmekle kalmıyor o, aynı zamanda kürt olan ne varsa, her yerde, beyinlerde, ilişkilerde, toplumsal dokuda, dilde, toprakta, benlikte en önemlisi ruhda lanetli bir mikrop gibi, her şeyi tahrip eden, değiştiren ve öldüren bir özelliğe sahip. Kendi, korku ve saldırganlığının altında hızla gelişen bir kürt düşmanlığı sendromu, kürt’lerde de ise, sorunun çözümsüzlüğünden dolayı kuşaktan kuşağa aktarılan, toplumsal bir trauma hasıl olmustur. Herkesi artik tedirgin etmektedir.


Bu sistem kendi refahını, ilerlemesini ölü vücudlar ve akıttığı kan üzerine inşa etmiştir. Bu, kürtler için en az dünyanın iklim dengesini bozan CO2- koldioksit kadar tahribkardır. Kürt toplumunun bütün canlı hücrelerini içerden kemiren bir kanser gibidir. Nihayetinde, dünyada koldioksit oranının yükselmesi, insanın doğal çevresinin bozulmasına, iklim değişimine ve doğal affetlerin oluşmasına sebebiyet vermektedir.


Oysa, Türk sömügeciliğinin kürdistan’da yarattığı tahribatlar ise, çok daha derin, onarılması çok daha zor ve çok daha ince yöntemler içerdiğini, dolayısıyla bu sistem, kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmiyen, kendisi gibi konuşmayan ve kendisi gibi yaşamıyan insanların hem, fiziki ve hem de, manevi dünyalarını tahrip eden bir sistem olduğunu, kürtleri mutsuz ettiğini ve yaşamlarını anlamsızlaştıran bir kabus olduğunu, her geçen gün daha iyi görülüyor. Sistem, kürtlerin mutsuzluğu üzerinden artık yürüyemediği de ortada. Kendi “vatandaşını” mutlu edemiyen bir sistemin, kendisininde mutlu olamıyacağı gerçeği, gelinen yerde belli olmuyormu?
Babasının ‘vasiyetine uyarak tabiatın korunması’ mücadelesini veren, Atlantik okyanusunun öbür ucundaki dünyada, Nobele layik görülen Al Gore, global eco-sistemle ilgili önemli açıklamalar yaptı.


Sempatik, babacan davranışlarıyla sanki, “Diyarbekir eşrafindan biriymiş gibi ve Dagkapı markalı kovboy kundurası ile” Al Gore, iklim değişimi konusunda bilgi sağlamak ve bunu mümkün olduğunca yaygınlaştırmak için büyük çabasindan dolayi bu yılki ödüle layik görüldü. Gore'nın hazırladığı An Inconvenient Truth (Uygunsuz Gerçek) adlı belgesel tüm dünyada gösterildi. Bu film, aynı zamanda bu yıl en iyi belgesel dalında Oscar'a da layık bulundu. Kendisini kutlamak gerekir. Bu, çevrenin korunmasına yönelik çabalar için verilen ikinci Nobel ödülü dür. Ayrica, 2004 yılında da Kenyalı çevreci Wangari Maathai ödüle layık bulunmuştu.


BM bünyesindeki Uluslararası İklim Değişimi Kurulu (IPCC), iklim değişimi ile mücadele araştırmalarının başını çekiyor. Oysa ayni Birleşmiş Milletler kürtlerin köleliğine dayanan devletler hukukunu gözetleyerek, kürtlerin uğradığı katliam ve zulümlere seyirci kalabiliyor. Nerdeyse yüzyıldır kürt dilini, kültürünü tırpanlayan Türkiye Cumhuriyeti devletinin beyaz katliamlarına sessiz kalabiliyor. Bu durum kürtler acısından kabul edilemez olduğu anlaşılmak zorundadır.


Bu konuda, en verimli çağını kürtçe’nin gelişmesine, bu insani, toplumsal ve kültürel değerlerin, yok olmaması için, bilinçli bir çabayla uğraş veren, kendi deyimiyle, “kürtlerin ruhunu diriltmeye çalışıyorum”, diyen Mehmet Uzun’u, burada rahmetle anıyorum. O, kürtler için en az Al Gore kadar değerli eserler geride bıraktı, sanki, “biz hiçiz, aradığımızsa her şey”, dercesine kürtler, onu genç yaşta kaybetmenin acısını yaşıyorlar.


Mehmet Uzun dilin, insanın nice araçlarından yanlızca biri olmadığını; tersine varolanın açıklığında, yer alma olanağını, ancak dil bağışladığını, ancak dil olan yerde dünyanın var olabileceğini, yani, sevginin, aşkin, özgürlüğün, üretimin, eylem ve sorumluluğun ancak, bununla var olabileceğini ve dil ile anlam ifade ettiğinin bilincine varmıştı. O, kürtçe ile bir dünya kurdu ve zor olanı yapmaya çalıştı. Sanki, “Mars gezegenine ulaşmak, insanın kendi kendine ulaşmasından daha kolay olduğunu” söyler gibi o, kürt dilinin, ruhsal çekirdeğini, benlik sürecinin iç merkeziyle olan bağının kaynaklık ettiği, kürt kültürel iklimini, bir botanikçi gibi, bir seyyah gibi, uzun yillar üzerinde çalıştı. Bir edebiyatçı olarak o, sadece gerçekle yetinen biri değildi.


O, bütün var olanlara ait olmaya tanıklık, tarih olarak gerçekleştiğini biliyordu. Tarihin mümkün olabilmesi için de, dilin mülklerin en değerlisi olduğunu eserleriyle, tekrar kürtlere geri verdi.
Mehmet Uzun, kürtlerin ruhunu arıyordu. Halkının dilini, ne için ve nasıl diriltilmesine çabalıyordu. En önemlisi o, kürt mitolojisinden hareketle, kürt insanın ruhunun labirent patikalarıyle, erişilmez zirveleriyle, karanlık ve geçilmez vadileriyle, yaylalarıyla, mevsimleriyle, aci, sevinc ve kederleriyle bağlar kurabildi. Bütün bunları kürtçe ile en güzel en latif en şirin bir biçimde sunabildi. Sen, en “tehlikeli” ve en değerli mülkün sahibi, en mahsum ugraşın cefakarı, yerin cennet, ruhun şad olsun.


Oysa, her zaman ölüm bizimle, yani başımızda duruyor.“Xwedê kengê wê, êmanetê xwe ji me bistine em nizanin” (Allah emanetini bizden ne zaman alacağını bilmeyiz). Önemli olan ondan, ne zaman kaçıp kurtulmamız değil, inandığımız inançlarımız için elimizden gelenin azamisini yapıp yapmadığımızdır. Eğer en başta bir amacın hizmetkarı değilsek, aşkın, hakkın, adaletin ve özgürlüğün sevdalısı değilsek, yer yüzünde bir hiçiz demektir.


Behram Xalıd
14 Ekim 2007
behramxalid@gmail.com

10/07/2007


ŞARTLARIN EŞİTLİĞİ


Soğuk delhizlere dalan dalgıçların sudaki ritmine, derinlerde beliren hava tomurcuklarının bir şeyler işaret eden kabartıcıklarından daha hareketli, daha alevli, daha sıcak bir belirsizliğe doğru mevsim ilerlerken, ateşli lavlarıyla volkan, belkide kristal keskinliğinde bir hesaplasmaya, bilinmiyen bir mekana bizi çeker gibi, ana topraklarımızda zalim, lanetli bir depremin habercisi olarak cesetler yerlere dökülüyor. İçerden ve dışardan yere serilen gencecik fidanlar yine kürtler. Siz bakmayın söylelenere, bu topraklar suskun, acılarımız büyüyor ve gözler dehşet içindedir. Bu paradoxsal cephelerede kürtler öldürülüyor. Kürdistan içerden kuşatılmak isteniyor.


Bütün bu olumsuz koşullara rağmen, rüşeym halinde büyüyen ve gelişen Güney Kürdistan’daki özgür topraklar, kendine has özellikleriyle, çok önemli bir dönemden geçmektedir. Eğer kürtler özgür bir toprak parçasını istiyorlarsa, işte orasıdır. Demokrasi ve özgürlük ordadır. Eksik ve aksaklıklarına rağmen kendi kendisini yöneten bir demokrasimiz vardir.


Bu gün kürtlerin en büyük ve en caydırıcı güçleri ulusal ve toplumsal projelerinin dayandığı esaslardir. Bu esaslar demokrasidir, insan haklarıdır, eşitlik, iş ve özgürlüktür. Bu kanli coğrafyada bunlar yerli yerine oturduğunda, işte o zaman Kürdistan bir yidiz gibi bölgede parlayacaktır. Bu anlamda şartlar eşittir diyebiliriz.


Pericles, M.Ö. 431 yılında, yirmiyedi sene süren Atina ve Sparta iç savaşında ölenlerin mezarları başında şöyle diyordu: “Hiç bir kurumun yada geleneğin devamı olmıyan bir devlet biçimimiz vardır. Daha çok bize özgü olan bu biçim, başkalarına da örnek olabilir. Bunun adı demokrasidir. Bundan dolayı bizde devlet işlerine katılım ve söz söyleme hakkı bir azınlığın hakkından çok, tüm toplumun hakkı olarak uygulanır.Tüm özel ve toplumsal çelişkilerde insanlar, hukuk karşısında eşittirler. Kamu düzeni kadar kişinin, kendi yaşamıda önemlidir. Fakirlikten dolayı hiç kimse hakir görülemez. Toplumsal olanaklar herkese sunulur. Biz özgür yaşayan vatandaşlar olarak, günlük hayatımızda birbirimize karşı köstekleyici davranışlarda bulunamayız. Hak ve ödevlerimizi belirleyen yasalarımız var. Aksi durumda ortaya çıkan olaylar yasal kovuşturmaya uğramakla kalmıyor, aynı zamanda acı veren durumlara sebebiyette vermektedir…Ayrıca biz düşmanlarımızdan askeri metodlar ve disiplin bakımından da ayrıyız. Biz herkesin içinde yaşıyabileceği bir devlette, asla yabancıları dışarıya atmayız. Düşmanlarımızın onları bize karşı harekete geçirmelerine olanak vermeyiz.[1]


Yunan’lılar Pers’lere karşı verdikleri ağır bağımsızlık mücadelesi koşuları içinde demokrasi doğdu. Bu ayni zamanda özgürlügün ve insanın derin anlamının idrak edilmesini de sağladı. Atina ve Sparta ayrılığını ortadan kaldırdı. Tarih, Achilles’in ideallerini bir aşk tutkusunda inşa etti.
Daha sonralar, Avrupa’da hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış, demokrasi ve toplumsal hareketler üzerine araştırmalar yapan önemli iki otorite var. Biri F.Engels diğeri Alexis de Tocqueville. Avrupa’da sosyalist bir devrimin öngörüsünde bulunan Engels tarihsel olarak yanıldı. 1835 de ilk bölümü yayınlanan ” Amerika’daki demokrasi üzerine “ adlı eseri ile Tocqueville, 19. yüzyılın en önemli devlet ve demokrasi teorisyeni olarak önemini koruduğu gibi, hala çağından öncesine ışık tutan önemli tespitler yapmıştır. Tarih Engels’i değil Tocqueville’yi doğruladı.


Bizi burada ilgilendiren yere gelelim ve ona bakalım. Tocqueville eserinin ilk başında şöyle der, “ Amerika’da bulunduğum esnada, dikkatimi çeken yeni meselelerden hiçbiri, beni, şartlarin eşitliği (toplumsal ve bireysel özgürlükler anlamında) kadar şaşırtmadı. Bu vakianın toplumun gidişi üzerindeki muazzam tesirini kolayca farkettim: halkın düşüncelerine belli bir istikamet veren; kanunların belli bir tarzda çıkmasını sağlayan; idare edenlere yeni formüller, idare edilenlerede hususi alışkanlıklar kazandıran hep oydu. Çok geçmeden aynı vakianın, tesirini kanunların ve siyasi adetlerin çok ötesine kadar yaydığını ve sivil hayattaki nüfuzunun devlet hayatındakinden daha az olmadığını anladım.”[2]


Bu gün, Kürdistan’da yüzyıllardan beri süren bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan bir oluşum vardır. Kürtler özgür topraklarda kendi, demokrasilerinin ilk tecrübesini yaşıyorlar. Küzey Kürdistan ise, sömürgeci kemalist statukocular ile değişim ve toplumsal reformlar yapmak isteyen güçler arasidan, toplumsal nefesi tıkanmış, amacsiz, kör bir şiddet altında, enerjisi tüketilmek istenen bir toplum haline getiriliyor.


Umut, bu statukonun parçalanmasını isteyen kesimlerin çok boyutlu, tavizsiz mücadelelerinden geçiyor. Kürtler açısından şartlar eşittir. Çünkü kürtler, özgürlük ve demokrasiyi isteyen kesim olarak her türlü değişime açıktırlar. Uluslararasi konjüktür hala kürtlerden yana. Berlin duvarının yıkılmasından bu yana seneler geçmesine rağmen Türkiye, kendisinin muhtaç olduğu değişim ve dönüşümü yapamıyor, hala doğum sancıları geçirerek bir türlü açık bir topluma doğru zor ilerliyor. Donmuş ideolojik sistemlerini başkalarına dayatarak, eski ölmüş kamu vicdanını kemalist reflekslerle kotaracaklarını sanıyorlar. Türk kemalist erkinin her halükarda zorlandığı bir dömeme giriyoruz. Şemdinli, Beytulşebab katliamları, PKK’nın ajanlar kampanyası, bütün bu tablonun birer parçalarıdır.


Kürtler büyük düşünüp, kendi bölgelerinde görevlerine sarılmak durumunda olmalılar. Kürt cephesi bu durumun ciddiyetini kavramak ve bu konjüktürün hayati önemini idrak etmelidir. Bu durumunda, şarların eşit oduğu gerçeği, toplumsal dönüşümde bir sır gibi saklı olduğu bilinmelidir.


Tocqueville ile devan edelim; “ şartların eşitliğinin tedrici gelişimi, şu halde, ilahi bir oluşun belli başlı özelliklerini taşımaktadır : evrenseldir, devamlıdır, insanın önliyebileceği birşey değildir, bütün insanlar ve bütün hadiseler gelişmesine yardım etmektedir.”[3]


Gelinen yerde kürtler, yarattıklari değerlerle, toplumsal projeleriyle kazanabilirler. Bu tarihin her halka verdiği bir şey, önceden tayin edilmeyen koşullarda gerçekleşmektedir. Gerçi bu topraklar, belli bir ölçüde eskidende kendi içinde demokrasiyi yaşamıştır. Örneğin 20. yüzyılın başında Şeyh Abdulsselam önderliğinde yapılan reformlar. Bu ulusal önderin o günkü koşullarda toplumsal referanslarını gözlemlemek için yaptığı reformlara göz atmakta yarar var:


“1- Mülkiyetin ortadan kaldırılması, 2- Toprakların çiftçilere dağıtılması, 3- Başlık parası ve zorla yapılan evliliklere son verilmesi, 4- Sosyal ilişkilerin adalet ve eşitlik esasına göre düzenlenmesi, 5- Her köyde bir mescidin kurulması, bu mescidlerin dini fazların eda edilme yerleri olmalarının yanı sıra, sosyal merkezler, istisare yerleri ve köylüler arasındaki ihtilafların çözüm yeri olarak kullanılması, 6- Köy meselelerini her yönden ele alıp çözümlemek üzere her köyde bir konseyin kurulması, 7- Her aşiretten silahlı güçlerin oluşturulması ve bunların başına sorumlu kişilerin tayin edilmesi… Barzanilerin siyasal mücadelelerini yirminci yüzyılın başlarına ve özellikle Şeyh Abdusselam Barzani dönemine dayandığını söyliyebiliriz”[4]


İşte insanları zihinsel ve toplumsal sefaletten çıkaran, bu coşku, bu toplumsal heyecan, bu ulusal mobilizasyondur. Budur insanları özgür, eşit ve üretken kılan. Şartların eşitliği dinamiği ve ruhu, yerel, bölgesel ve ulusal boyutta, hala insanları en çok kendi gelecekleri için her alanda harekete geçiren en büyük temel toplumsal etkendir.


Behram Xalid
behramxalid@gmail.com

7 Ekim 2007


Kaynakca:


[1]J.S Rusten, Thucydides, The Peloponneian War. Book II, Cambridge Greek & Latin Classics, Cambridge 1989.
[2] Alexis de Tocqueville, yenilik basimevi, Istanbul 1962, s. 1
[3] a.g.e., s.4
[4] M. Barzani, Barzani ve Kürt ulusal ozgurluk hareketi, Doz ya. 2005 s., 25