TOTALİTARİZMİN TEMELLERİ
Akıllı ve asil kişiler, yaptıkları iyilik için karşılık beklemezler. İyiler arasında arkadaşlık çabuk kurulur, güç bozulur. Örneğin altın sürahi kolay kolay kırılmaz; çatlar veya kırılırsa da çabucak eski haline getirilebilinir ya da hemen onarılır. Oysa kötüler arasındaki dostluk çok çabuk bozulabilir, düzelmesi ise uzun sürer. Tıpkı toprak testi gibi; küçük bir darbeyle hemen kırılır, onarılması ise olanaksızdır. (Kelile ve Dimne)
Yirminci yüzyıl bir bakıma kitlesel politik cinayetlerin yüzyılıdır. Hitler ve Stalin’nin kurumlaştırdıkları kitlesel cinayet makinası, geride milyonlarca kurbanı bırakarak, tarih sahnesinden çekildiler. 1951 yılında ilk defa, Hannah Arendt’in (1906-1975), The Origins of Totalitarianism (Totalitarizmin Temelleri) adlı eseri; Alman nasyonal-sosyalizmi, sovyet komünizmi ile karşılaştıran çalışması yayınlanır. Bu çalışmada Arendt, totalitarizm kavramıyla temel olarak ifade etmek istediği; her iki sistemin kendi karşıtlarını yok etmek için sınırsızca uyguladıkları şiddetin amaç, metodlarının öngördüğü ve hedeflediği “yeni bir toplum modeli” özünde aynı idi. Biri saf Alman halk toplumunun yaratılmasını hedeflerken diğeri ise, sınıfsız bir toplumu hedefliyordu.
Bu iki anlayış arasındaki yıkıcı motif ve idealizm, yazara göre, modern endüstri çağının tipik bir sonucuydu. Ayrıca Arendt, yirminci yüzyılda, endüstri devriminin yükselişi, ve bu endüstriyel düşüncenin kitlelerin güvenilir değerler sistemlerinin, toplumsal kurum ve ilişkilerin üzerinde büyük etkisinin olduğunu belirtir. Bu automatize olmuş toplum, köksüz ve başı boş bir kitleyi yarattı. Birinci dünya savaşı bu, başı boş ve köksüz kitlererin yasadışı davranış ve gödülerinin altındaki ruhsal kaynaklardan yükseldi.
Gerek sovyet ve gerekse nasyonal-sosyalist elitler, tüm yaptıklarının gerekçesi, bu ruhsal zemindeki insanlara yeni bir ideoloji, yeni bir toplum ve yeni bir insan tipini yaratmak için gösteriliyordu. Öyleki kendisini tarihsel bir zorunluluğa dayandıran totalitarizm, gerek sol ve gerekse sağ aşırı variyantlarıyla, uyguladığı şiddet ve terörü sadece, haklı değil zorunlu olduğunu da vurguluyorlardı.
Bu çalışmasının yayınlamasıyla Arendt, o güne kadar konu hakkında en ciddi ve kapsamlı bir açıklamayı ifade ettiği gibi, bunun yanında Arendt, politik saldırı ve eleştirilerin de hedefi oldu. Sol yapıtını, soğuk savaş döneminin en kızışık anında (Kore savaşı) çıktığı için, Sovyetler birliğini Hitler’in cinayetleriyle bir tutmakla, karalamakla eleştirdi. Sağ ise yapıtını, genel anlamda modern topluma yapılmış bir saldırı olarak nitelendirdi.
Totalitarizmin temelleri adli eser sadece, çok yönlü ve zengin bir bilgiye dayanmıyor o, aynı zamanda Arendt’in kişisel yaşam tecrübelerinide ihtiva ediyor. Hannah Arendt, 14 ekim 1906 da, yahudi bir aileden, o zamanki tabiriyle Doğu-Prusya olarak ifade edilen, Almanya’nin Hannover yakınındaki Linden kasabasında dünyaya geldi. Hitler’in iktidarı 1933 de ele geçirmesi döneminde Almanya’dan kaçar. Önce Fransa’ya, ordanda Amerika’ya yerleşir. Bütün bu zaman diliminde Arendt, national-sosyalizmi açıklamaya dayanacak olan, The Origins of Totalitarianism eserinin ön hazırlıklarını yapar. En son 1947 de komünizm üzerine yazmayı kararlaştırır. Bütün bu zaman diliminde ki araştırma ve düşüncelerinin sonuncunda, yaşanan bu sistemli, kitlesel şiddet ve terörün, sadece bir Alman fenomeni olmadığının kanaatine varır.
Fakat duyguları, geldiği, doğup ve yetiştiği yerle hep çatışmalı oldu. 1924 Marburg da felsefe ögrencisi iken, Martin Heiddeger’den ders alır. Burada kısa bir dönemden sonra kendisiyle Heiddeger arasında, (Arendt onsekiz, Heiddeger otuzbeş yaşındadır) yaşamlarında çok yönlü iz bırakan bir aşk ilişkisi geçer. Arendt Almanya’dan kaçtıktan sonra, Heiddeger’in açık nasyonal-sosyalistlerin taraftarı olması ve dolayısiyle Hitler’in anti-musevi düşmanlığına ses davranışı onu, büyük hayal kırıklığına uğratır.
Buna rağmen yinede Arendt, savaş sonrasın da Heiddeger’i, Nietzsche’den bu yana en önemli filozof olarak tamınlar. Ayrıca Arendt, 1950 de Avrupa’ya geri döndüğünde yine Heiddeger’le görüşür. Burada açık olan bir husus Arendt’in, The origins of Totalitarianism adlı eserinin bölümlerini yazarken bile, toplumu total bir biçimde saran şiddetin feth edici yönünü, aydinlarin entellektüel dimağlarını büyüleyen gücünün arasında Heiddeger’i, düşünmüş olmasıdır.
Ne ki, Arendt’in hemem hemen tüm önemli çalışmalarında sıkça görülen temel disiplinlerin sınırlarının aşılmasıdır. Arendt, tarih’i açıklarken, ama aynı anda, felsefe ve sosyolojiyi de işler. Buna karşın literatür temel bir kaynakça olarak kullanır. Yeterince ilginç bir husus, bu konuya yakın içerikte yazılmış Arthur Koestler’in “Darkness at Noon” (Öğlen içindeki Gece) adlı romanı hakkında Arendt’in suskun kalmasıdır. 1940 yilların sonunda aynı içerikte olan bu eser, totalitarizm düşüncesi üzerine yazılmış belkide, The origins of Totalitarianism’den daha fazla bir etkiye sahiptir.
Koestler, “Öğlen içindeki Gece” adlı eserinin başrolündeki Rubasjov kişiliğinde totalitarist düşünce ile yoğrulmuş elit insanların psikolojik-ruhsal yapılarını derin bir analiz ile açıklamaya çalışır. Rubasjov, Stalin’in emriyle Bucharin’i ölüme mahkum ederken, aslından sovyet devriminin ve Lenin’nin eski bir mücadele arkadaşını, kurumlaşan sovyet diktatörlüğü için imha edildiğinin farkında olsa bile bunun, “tarihin şaşmaz zorunluluğundan dolayı” önemli olmadığını sanıyordu.
1938 de Bucharin göstermelik bir mahkemeyle idama mahkum edilir. Rubasjov, her ne kadar Bucharin’nin suçsuz olduğunu biliyor idiysede, parti emrinin yerine getirilmesini sağlıyabilmek ve bir bütün olarak komünizmin tarihsel zaferinin zorunluluğu için, Bucharin’nin ve herkesin, kendi kişisel vicdanlarından, kanaatlerinden dahi vazgeçmeleri gerektiğini temayül ediyordu. Bunun için Bucharin’e son söz veriliyordu.
Rubasjov, Bucharin’nin idama mahkum edilmesi, inançlarına, düşüncelerine ve o güne kadar insanlık için ideallerinden, geleceğe olan güvene etkisi olabileceğini biliyordu. Ama yinede sistem için bu “zorunluydu”. Bucharin’in idamından kısa bir dönemden sonra, görüldü ki, sistem, bireylerin özgür isteklerini kabul etmediği, onlardan sisteme kesin itikad isteyerek, insani kabiliyet ve değerlerin imhasına neden oluyordu.
Doğu Avrupalı-Musevi kökenli olan Koestler’in, “Öğlen içindeki Gece”, eseri, 1940 yılında Almanlar’ın Fransa’yı işgal ettikleri, ve kendisinin bir toplama kampında tutuklu bulunduğu bir dönemde yayınlanır. Bu dönemde Arendt’de Fransa’da tutuklanmış ve kısa bir dönem sonra serbest bırakılır ve Amerika’ya gider. Koestler, kitabının yayınlamasından hemen sonra İngiltere’ye yerleşir.
Fakat yine de önemli bir ayrıntı, Arendt’in onbir yıl sonra yayınlanacak olan The Origins of Totalitarianism adlı eserinde Koestler’den bahsetmemiş olmasıdır. Belkide Arendt’in bu tavrının altında belli bir politik mentaliteyt anlayışı yatıyordu. Eski komünist olan Koestler, soğuk savas döneminin hemen başında, CIA’nın maddi olarak desteklediği Congress For Cultural Freedom kurumunun bir üyesi olarak, anti-komünist bir yelpazeye geçmişti.
Buna rağmen Arendt Amerika’da bulunduğu dönemde senator McCarthy’in vahşice başlattığı anti-komünist tutuklamalara mesafeli durması, Koestler’in eseri konusundaki sesizliği ve özellikle soğuk savaş döneminin sonunda, totalitarizm toplumsal psikolojik boyutu üzerinde yeniden düşünmenin önemini ne gölgeliyor nede ordadan kaldırıyor…
BEHRAM XALID
26 Ekim 2007
behramxalid@gmail.com
Akıllı ve asil kişiler, yaptıkları iyilik için karşılık beklemezler. İyiler arasında arkadaşlık çabuk kurulur, güç bozulur. Örneğin altın sürahi kolay kolay kırılmaz; çatlar veya kırılırsa da çabucak eski haline getirilebilinir ya da hemen onarılır. Oysa kötüler arasındaki dostluk çok çabuk bozulabilir, düzelmesi ise uzun sürer. Tıpkı toprak testi gibi; küçük bir darbeyle hemen kırılır, onarılması ise olanaksızdır. (Kelile ve Dimne)
Yirminci yüzyıl bir bakıma kitlesel politik cinayetlerin yüzyılıdır. Hitler ve Stalin’nin kurumlaştırdıkları kitlesel cinayet makinası, geride milyonlarca kurbanı bırakarak, tarih sahnesinden çekildiler. 1951 yılında ilk defa, Hannah Arendt’in (1906-1975), The Origins of Totalitarianism (Totalitarizmin Temelleri) adlı eseri; Alman nasyonal-sosyalizmi, sovyet komünizmi ile karşılaştıran çalışması yayınlanır. Bu çalışmada Arendt, totalitarizm kavramıyla temel olarak ifade etmek istediği; her iki sistemin kendi karşıtlarını yok etmek için sınırsızca uyguladıkları şiddetin amaç, metodlarının öngördüğü ve hedeflediği “yeni bir toplum modeli” özünde aynı idi. Biri saf Alman halk toplumunun yaratılmasını hedeflerken diğeri ise, sınıfsız bir toplumu hedefliyordu.
Bu iki anlayış arasındaki yıkıcı motif ve idealizm, yazara göre, modern endüstri çağının tipik bir sonucuydu. Ayrıca Arendt, yirminci yüzyılda, endüstri devriminin yükselişi, ve bu endüstriyel düşüncenin kitlelerin güvenilir değerler sistemlerinin, toplumsal kurum ve ilişkilerin üzerinde büyük etkisinin olduğunu belirtir. Bu automatize olmuş toplum, köksüz ve başı boş bir kitleyi yarattı. Birinci dünya savaşı bu, başı boş ve köksüz kitlererin yasadışı davranış ve gödülerinin altındaki ruhsal kaynaklardan yükseldi.
Gerek sovyet ve gerekse nasyonal-sosyalist elitler, tüm yaptıklarının gerekçesi, bu ruhsal zemindeki insanlara yeni bir ideoloji, yeni bir toplum ve yeni bir insan tipini yaratmak için gösteriliyordu. Öyleki kendisini tarihsel bir zorunluluğa dayandıran totalitarizm, gerek sol ve gerekse sağ aşırı variyantlarıyla, uyguladığı şiddet ve terörü sadece, haklı değil zorunlu olduğunu da vurguluyorlardı.
Bu çalışmasının yayınlamasıyla Arendt, o güne kadar konu hakkında en ciddi ve kapsamlı bir açıklamayı ifade ettiği gibi, bunun yanında Arendt, politik saldırı ve eleştirilerin de hedefi oldu. Sol yapıtını, soğuk savaş döneminin en kızışık anında (Kore savaşı) çıktığı için, Sovyetler birliğini Hitler’in cinayetleriyle bir tutmakla, karalamakla eleştirdi. Sağ ise yapıtını, genel anlamda modern topluma yapılmış bir saldırı olarak nitelendirdi.
Totalitarizmin temelleri adli eser sadece, çok yönlü ve zengin bir bilgiye dayanmıyor o, aynı zamanda Arendt’in kişisel yaşam tecrübelerinide ihtiva ediyor. Hannah Arendt, 14 ekim 1906 da, yahudi bir aileden, o zamanki tabiriyle Doğu-Prusya olarak ifade edilen, Almanya’nin Hannover yakınındaki Linden kasabasında dünyaya geldi. Hitler’in iktidarı 1933 de ele geçirmesi döneminde Almanya’dan kaçar. Önce Fransa’ya, ordanda Amerika’ya yerleşir. Bütün bu zaman diliminde Arendt, national-sosyalizmi açıklamaya dayanacak olan, The Origins of Totalitarianism eserinin ön hazırlıklarını yapar. En son 1947 de komünizm üzerine yazmayı kararlaştırır. Bütün bu zaman diliminde ki araştırma ve düşüncelerinin sonuncunda, yaşanan bu sistemli, kitlesel şiddet ve terörün, sadece bir Alman fenomeni olmadığının kanaatine varır.
Fakat duyguları, geldiği, doğup ve yetiştiği yerle hep çatışmalı oldu. 1924 Marburg da felsefe ögrencisi iken, Martin Heiddeger’den ders alır. Burada kısa bir dönemden sonra kendisiyle Heiddeger arasında, (Arendt onsekiz, Heiddeger otuzbeş yaşındadır) yaşamlarında çok yönlü iz bırakan bir aşk ilişkisi geçer. Arendt Almanya’dan kaçtıktan sonra, Heiddeger’in açık nasyonal-sosyalistlerin taraftarı olması ve dolayısiyle Hitler’in anti-musevi düşmanlığına ses davranışı onu, büyük hayal kırıklığına uğratır.
Buna rağmen yinede Arendt, savaş sonrasın da Heiddeger’i, Nietzsche’den bu yana en önemli filozof olarak tamınlar. Ayrıca Arendt, 1950 de Avrupa’ya geri döndüğünde yine Heiddeger’le görüşür. Burada açık olan bir husus Arendt’in, The origins of Totalitarianism adlı eserinin bölümlerini yazarken bile, toplumu total bir biçimde saran şiddetin feth edici yönünü, aydinlarin entellektüel dimağlarını büyüleyen gücünün arasında Heiddeger’i, düşünmüş olmasıdır.
Ne ki, Arendt’in hemem hemen tüm önemli çalışmalarında sıkça görülen temel disiplinlerin sınırlarının aşılmasıdır. Arendt, tarih’i açıklarken, ama aynı anda, felsefe ve sosyolojiyi de işler. Buna karşın literatür temel bir kaynakça olarak kullanır. Yeterince ilginç bir husus, bu konuya yakın içerikte yazılmış Arthur Koestler’in “Darkness at Noon” (Öğlen içindeki Gece) adlı romanı hakkında Arendt’in suskun kalmasıdır. 1940 yilların sonunda aynı içerikte olan bu eser, totalitarizm düşüncesi üzerine yazılmış belkide, The origins of Totalitarianism’den daha fazla bir etkiye sahiptir.
Koestler, “Öğlen içindeki Gece” adlı eserinin başrolündeki Rubasjov kişiliğinde totalitarist düşünce ile yoğrulmuş elit insanların psikolojik-ruhsal yapılarını derin bir analiz ile açıklamaya çalışır. Rubasjov, Stalin’in emriyle Bucharin’i ölüme mahkum ederken, aslından sovyet devriminin ve Lenin’nin eski bir mücadele arkadaşını, kurumlaşan sovyet diktatörlüğü için imha edildiğinin farkında olsa bile bunun, “tarihin şaşmaz zorunluluğundan dolayı” önemli olmadığını sanıyordu.
1938 de Bucharin göstermelik bir mahkemeyle idama mahkum edilir. Rubasjov, her ne kadar Bucharin’nin suçsuz olduğunu biliyor idiysede, parti emrinin yerine getirilmesini sağlıyabilmek ve bir bütün olarak komünizmin tarihsel zaferinin zorunluluğu için, Bucharin’nin ve herkesin, kendi kişisel vicdanlarından, kanaatlerinden dahi vazgeçmeleri gerektiğini temayül ediyordu. Bunun için Bucharin’e son söz veriliyordu.
Rubasjov, Bucharin’nin idama mahkum edilmesi, inançlarına, düşüncelerine ve o güne kadar insanlık için ideallerinden, geleceğe olan güvene etkisi olabileceğini biliyordu. Ama yinede sistem için bu “zorunluydu”. Bucharin’in idamından kısa bir dönemden sonra, görüldü ki, sistem, bireylerin özgür isteklerini kabul etmediği, onlardan sisteme kesin itikad isteyerek, insani kabiliyet ve değerlerin imhasına neden oluyordu.
Doğu Avrupalı-Musevi kökenli olan Koestler’in, “Öğlen içindeki Gece”, eseri, 1940 yılında Almanlar’ın Fransa’yı işgal ettikleri, ve kendisinin bir toplama kampında tutuklu bulunduğu bir dönemde yayınlanır. Bu dönemde Arendt’de Fransa’da tutuklanmış ve kısa bir dönem sonra serbest bırakılır ve Amerika’ya gider. Koestler, kitabının yayınlamasından hemen sonra İngiltere’ye yerleşir.
Fakat yine de önemli bir ayrıntı, Arendt’in onbir yıl sonra yayınlanacak olan The Origins of Totalitarianism adlı eserinde Koestler’den bahsetmemiş olmasıdır. Belkide Arendt’in bu tavrının altında belli bir politik mentaliteyt anlayışı yatıyordu. Eski komünist olan Koestler, soğuk savas döneminin hemen başında, CIA’nın maddi olarak desteklediği Congress For Cultural Freedom kurumunun bir üyesi olarak, anti-komünist bir yelpazeye geçmişti.
Buna rağmen Arendt Amerika’da bulunduğu dönemde senator McCarthy’in vahşice başlattığı anti-komünist tutuklamalara mesafeli durması, Koestler’in eseri konusundaki sesizliği ve özellikle soğuk savaş döneminin sonunda, totalitarizm toplumsal psikolojik boyutu üzerinde yeniden düşünmenin önemini ne gölgeliyor nede ordadan kaldırıyor…
BEHRAM XALID
26 Ekim 2007
behramxalid@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder