9/29/2007


Emin Maalouf ve Sonbahar



“Her mevsim değişikliğinde dağlar, ağaçlar ve ırmaklar farklı bir görünüm kazanır. Aynı şekilde insanın da deneyim ve duyguları, yaşının ilerlemesiyle orantılı olarak değişir. Her kışın gönlünde bir baharın kıpırdanışı ve her karanlık gecenin örtüsünde bir gün doğumunun tebessümü vardır” (Halil Cibran)

“Yedi şey insanı helâk eder: onur olmadan siyaset, vicdan olmadan lezzet, emek olmadan para, değer olmadan tanıma, ahlâk olmadan ticaret, insanlik olmadan bilgi, fedekarlık olmadan ibadet.” (Mahatma Gandhi)





Güneş, sonbahar yanlızlığını delen, berak ve yakûdi ışınlarıyla yavaş yavaş, yere düşen ağaç yapraklarında, gizemini saklarcasına, o kocaman ağaçların silületlerini ortaya çıkatırken, kurumuş, rengareng, turuncu yapraklarındaki yorgunluk, o gövdelerin, soğuk rüzgara ve kışa rağmen yeniden, hazırlanmaya koyulduklarının farkına varmayız.

Adeta güneş, o bedenlerden uzaklaşmış gibi, ışıklar daha uzak, daha zarif, daha açık ve daha hüzünlüdürler. Ama yine de o kocaman gövdeler, “sevgi dolu bir sözcük en soğuk günümde bile beni ısıtabilir” dercesine, ne “daha çok” ne de “daha az” kavramlarının, zaman ve mekana yayılmış ağırlığına aldırış etmiyor bile...
Belkide onlar, kaybolan bir şeyi bulmanın verdiği zevkle, o şeyin kendisinden daha değerli olduğunun huzuru içinde, yaşamlarını yeniden, yeniden örüyorlar.

İnsan çoğu zaman diken ekip gül dermek ister, ancak bu isteğimizin doğa yasalarına aykırı olduğunu düşünmeyiz. Bunun gibi, kendisini bilmiyen, bedenini de tanıyamaz, bedenini bilmiyen, çevresini tanıyamaz deyişinde oldugu gibi, Maalouf’ un, aktüel olan “ölümcül kimlikler” adlı eseri çevresinde, kamuoyunda oluşan bir kaç yanliş algılanmayı biraz farklı bir uslüpla, bu yazıda açıklamaya çalışacağım.

“Kainat insanin kabuğu, insan Kainat’in dilidir”, deyişinin okyanusda bir inci gibi, Yahudi, Hiristiyan ve Islam kültür mirasından süzülüp gelerek, bu birikimden beslenmiş olan Lübnan kökenli, Fransız yazar ve araştırmacı Amin Maalouf, “ölümcül kimlikler” adlı eseriyle, gerek “Batı” da ve gerekse “Doğu”da, Edwar Said’in “Orientalizm” adlı eserinden sonra, aydınları en fazla etkileyen eserlerden birisidir. Çünkü, “Batı” bu eserde “Doğu”nun sorunlarının açıklamasından çok, kendi toplumlarının iç ve çok-kültürlülükten kaynaklanan sorunlarının cevaplarını bu eserede bir bakıma “buldukları” için rağbet ediyorlar. Diğer yandan yazarın, temellendirdiği zengin kültürel-hümanist arkaplan, kaynak olarak el değmemiş kronikler, günümüzün sınırsız kültürel ilişkiler aği ve küresel boyuttaki değişimin kültürel çelişkileri, Maalouf’un bu eserlerini daha da cazip hale getirmektedir.

Burada hemen şu yanılgıya işaret ederek başlıyalım. Maalouf’un söz konusu eseri, etnik, kültürel, ulusal, bölgesel ve kişisel v.b. kimlikler ölümcüldür, bu kimlikleri atalım, kozmopolit yada üniversel kimlikleri edinelim varsayimdan hareket etmiyor. Tam tersine bu kimliklerin önünü tıkayan, gelişimlerini sekteye uğratan, özgür gelişimi elgelleyen koşulların, dayanılmaz atmosferinden dolayı insanların, her koşul altında kendi varlıklarının yegane temeli olarak algıladıkları, bu değişik kültürel biçimler içinde, kendi kimliklerini korumaya, kendi kökenlerine sarıldıklarını belirtir.

Maalouf, “içimizde her çeşit faklılıkta olanların, ayrımcılığa uğramaları, kuşatılıp izole olmaları, birbirileriyle savaşmaları, kimlik ve kişilik bulanımlarına girecekleri yerine, kendi kültürlerini geliştirebilecek, kendi kimliklerini başkalarıyla girdiği ilişkide, eşitliğin vazgeçilmez esası olarak kabul görecekleri koşullardan ”[1] söz eder.

Yazar, kendi kimliğiyle ilgili sorulan soruya şöyle cevap verir, “ ben benim, ben olduğum gibiyim, bir baskası değilim. Şu anda ben, iki sınır bölgesinin, iki ülkenin bulunduğu ve iki, üç dillin konuşulduğu, değişik kültürel gelenekler arasından gelen biriyin. Kimliğimi bunlar belirlemektedir. Yarı Fransız, yarı Lübnan’lı mı ? Kesinlikle hayır. Kimlik parçalara bölünmez. Bir parça o tarafta, bir parça bu tarafda olmaz. Kimlik bir bütündür. Dinamiktir. Benim pek çok kimliğim yok. Benim sadece bir kimliğim var ve bir çok alandan beslenmiş, herkeste ayrı belli bir dozajda olan, bende de o var. Bazen konuşmalarımın sonunda, bir bakarsın arkadan bir insan sırtıma elini vurup sesizce, “ siz haklısınız bu şekilde konuşmaya, ama gerçekten, kalbinizin derinliklerinden kendinizi ne görüyorsunuz”?

Bu durumda, dayanılmaz bir şekilde uzunca gülüyorum. Şimdi ise pek gülmüyorum. Çünkü bana öyle geliyorki insana böyle bir yaklaşım biçimi tehlikeleri bir yaklaşıdır. Ne zaman bana benim ne olduğumu, “ kalbinin derinliklerinden” sorulduğunda, bu bana herkeste doğuştan varolan, bir “ derin kalbten”, “derin hakikati” çagrıştırarak, benliğimizdeki bu “hakikatı kaderin” hiç deişmiyecekmiş gibi bir anlam yüklendiğini zannediyorum. Bu soru tarzında bana öyle geliyorki, yaşamımız, bireyselliğimiz, düşücelerimiz, kanaatlerimiz, önceliklerimiz, duygularımız, başkalarıyla olan birliktenliğimiz ve kısacası bir bütün olarak yaşamımız hesaba katılmadan tehayyül edilerek sorulmaktadır.”

Burada Maalouf, kültür kavramının temel açıklamasının yanında, kişinin kimlik yapılanmasında önde gelen, deney ve tercihlerinede yer verir. Burada ki temel soru şu, insan sadece kültür müdür ? Yoksa sosyal kültürel gerçekliği içinde, değişik yönelimsel değerler sistemi midir ?

Ne zanam gerçek kültürel temel ile kimlikler arasinda paradoxsal bir çelişki varsa, burada sağlıklı gelişimden, kimliklerin özgür gelişiminden bahsedilemez. İnsan kendisi özgür bir biçimde, kendisine hiç bir sorun olmadan kimlikler edinebilir. Fakat dayatmayla, zorla, comple asimilasyonla insan kimliğine yapilan müdahaleler sonu alınmaz psikolojik ve toplumsal hastalıklara sebeb olmaktadir.[2] Maalouf’un burada belirtmek istediği eğer, gerçek anlamda kimliklerin özgürce gelişim ortamları yoksa, o zaman bu kimlikler ölümcül altüst oluşlara sebebiyet veren dinamiklere gübredir. Bu ölümcül ortamı yaratan kimliklerin kendileri değildir. Kimlikleri bu duruma getiren, içinde yaşadıkları ölümcül koşullardır. Burada Diyarbekir zindanı bence önemli ve özgün bir örnektir.

Kendi yaşam öyküsünde görüldüğü gibi, değişik kültürel gelenekler ve ortamlar dahi Maalouf’un kişisel kimliğinin canli ve dinamik olan yönünü ortadan kaldırmamıştır. Lübnan’da dünyaya gelen Maalouf, çok değişik kültür ortamnda büyüdü. İlk öğrendiği dil Arabça, olmasına rağmen kendisi Hiristiyan bir aileden gelmektedir. Maalouf’un ataları Avrupa’nın Hiristiyan olmadan ve İslamiyetin Orta Dogu’da yayılmadan önce bölgede yaşamışlardır. Küçük Amin, Fransızca ağırlıklı Jezüitler okuluna gider. Diğer kardeşleri İngilizce okutulan protestan okullarına giderler. Bundan dolayıdırki insanlar ailesini, kardeşlerini New York, London yada Sydney den tanirlar. Örneğin kardeşi David Maalouf’da kendisi gibi, Avustralya literatürünü zenginleştiren önemli bir yazardir.

Elbetteki, insanların çabalarının altında geldikleri yer, eğitim, geçmiş deney ve tecrübeler olduğu kadar, bunların yanında acılar, sevgiler, aşklar ve ayrılıklarında büyük bir payı olduğu kanaatindeyin. Maalouf’un yaşamında bunların payının ne kadar olduğunu bilmiyorum ama eserlerindeki derinlik, bilgi ve ayrıntılar adeta cografyamızın güneşe bakan yüzünün en güzel bir biçimde resilimliyor gibidir.

Bu aynen sonbaharın ışık beraklığında, sevgi topraklarına her gün hayat ve ölüm dağıtan, serilmiş uzun yer sofralarının misafirelerini bekler gibi Maalouf, sabrı ve metaneti sonsuz sırrı içinde taşıyarak, ömrün sonbaharlarına hiç uğramıyacak güneş yüzlülerin, çocukça yaşam sevinclerini, ölümcül diyarlara savuranlara, cenet de cehenem de senin içindedir diyor..

Maalouf, yine de ölümcül acıların sonsuz olduğunda, kiyameti dahi isteyecek olursan eğer, bu güneş ışıklarıyla sevişen yağmurdan sonra parıldayan yeşilliğe, çocuğun hayata açılan mahmur gözlerden sacılan ışığı hiç unutma diyor.


Behram Xalid

29 Eylul 2007



[1] Maalouf, A. (1998) ‘Les identités meurtrières’. Paris: Bernard Grasset.

[2] Watzlawick, P. & Beavin, J.H. & Jackson, D.D.
Pragmatics of Human
Communications: A Study of interactional Patterns, Pathologies and Paradoxes. New York:
Norton, 1967.

9/22/2007

DURUŞ VE GÜNDEM ÜZERİNE


Türkiye’nin politik gündemini, ve özellikle Kürt’lerle ilgili boyutunu, Kürt’lerden ziyade Türk Genel kurmayı tarafından sürekli, sistemli ve biliçli bir biçimde “kaos” üretilerek yaratılğı iyi biliniyor. Bu gün için, Türkiye’de olan biten şeyin adını koymakta zorlananlar için çok basit bir örnek bile Türkiye’deki bu “kaosu” açıklamakta anahtar rol mahiyetindedir.

Birincisi, hemen hemen her avukat görüşmesinde Kürt’lerin ulusal mücadelelerinin geleneksel temellerine saldırarak Kürt’lere hakaret eden Öcalan’in açıklamaları. Ikincisi ise, Cumhuriyet’ten beri ve özellikle son 50 senelik Türk siyasal sisteminde, önemli toplumsal dalgalanmalara sebep olmuş, geleneksel İslami kesimin, bu gün gelinen yerde, bu kesimin evrimleşerek, global sermaye ile ilişki biçiminde kaynaklanan, kendine has özellikleriyle, Türkiye’nin bu günkü değişiminde oynadığı rol.

Türk devletinin anti-komünist ayağının tarihin çöplüğüne atılalı epey bir zaman geçti.Türk resmi sol-komünist söylemin, Kemalizden beslenerek, Türkiye’nin demokratikleşmesinde, liberal burzuvazi kadar dahi rol oynayamadıkları açık ortada. Bu devletçi solun, anti-Kürt özüyle, geldiği yere tekrar dönüp entegre olduğu da, ne hazin ordadadir. Dolayısiyle bu gün Türkiye’deki esas çatışma, Kemalist sistemin statukocu, militarist erki -Öcalan’da buna dahildir - ile, yerel ve gelenelsel özellikleriyle global-liberal sermaye ile bütünleşen dinamikler arasındadır.

Burada, her görüşmesinde Öcalan’in, neden Nakşibendilere saldırdığını, anlamak için çok fazla araştirmaya gerek yoktur. Generaller, AKP’nin hükümet ve cumhurbaşkanlığı almasını istemedikleri açık ortada olduğu bir dönemde, Öcalan’ın, Türk devletinin eskimiş, hurda ve paslanmış zırhı olan Kemalizme sarılması, doğal olarak bu hesaplaşmanın sonucudur. O, Kürt hareketini ideolojik olarak dumura uğratma, politik reflekslerini kırma, değişimi istemiyen statükocu güçlerin yaratmak istedikleri siyasal “kaos”u yaratma çabalarına taşeronluk yapmaktadir.

Buna rağmen Kürt’ler umutsuz ve seçeneksiz olamazlar. Bu koşullar ve zorluklar yaninda, süreç, yeni olanaklar ve ufuklar yaratmakta. Kürt’lerin haklı ve meşru haklarının mücadelesi, açık bir zeminde daha da güçlenmektedir.

Eski Yunan’lılarda sınır kavramı, bir şeyin bittiği yer olarak kavramlaştırılmamıştır. Onlarda sınır bir şeyin bittiği yer değil, başladığı yer olarak biliniyordu. Bir ulusun ruhu da aynen, insan ruhuna benzer. Siz fiziki olarak herşeyi ondan alabilirsiniz, ama ruhunu asla. Henüz insan ruhunu alabilecek bir alet bulunmadı ve bulunulmazda. Generaller ve Öcalan’da Kürt’lerden fiziki olarak pek çok şeyi alabilirler ve aldılarda. Ama bu ulusun ruhunu asla alamazlar. Bunu, benimde bilmediğim bir hakkikat-i sabittir.

Bu bağlamda, Türkiye’deki “değişimin” nedenlerinden biride, Öcalan’in “200 yıllık geçmişleri var” deyip saldırdığı, bir bakıma bu geleneksel ve yerel özellikleriyle, İslami söylemin ceberut Kemalizmle olan “hesaplasmasi” ve “çeliskişidir” diyebiliriz.

Oysa, devletin “görmediği” ama her ne “hikmet” ise, Öcalan’in gördüğü ve kadrolarını buna karşi, “yeni”görevlere çağırdığı, bunun ideolojik ve siyasal çerçevesini çizdiği olgu ise, Kürd Naksibendiligidir. Bu gün için, devlete teslim olmamış, hep çatışmalı tek ideolojik ve toplumsal güç, dini form içinde Kürd Naksibendiliğidir. Uzlaşmıştır ama teslim olmamıştır. Bu dinamik, aynı zamanda değişik uluslardan ve değişik biçimlerde varlığını sürdürmüştür. Bu olgu, Türkiye moderleşmesine, siyasal-düşünsel bir söylem olarak, özgün bir biçimde cevap vermeye çalışmıştır.

Bu yanıyla, Kürt Nakşibendi gelenek, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda, Kürdistan’da çok etkili bir hareket olarak dini kurumlara yayıldı. “Gericiliğe” karşı mücadele adı altında Kemalistler, bir bütün olarak bu kurumları ortadan kaldırdılar. Bir kısmını kontrol altına alarak, sisteme entegre ettiler. Oysa din, ideolojik alandan çok, esas olarak, toplumsal fonksiyonları itibariyle, toplumsal alana aittir.Toplumsal alanı bitirmeden, bu olguyu bitiremezsiniz. Kökleri, pek çok alanın derinliklerinde yatan, tarihi geleneklerin yüzyıllar sürmüş dokusunda saklıdır.

Nakşibendilik, yanlız bir dini inanç değil, aynı zamanda insanların toplumsal davranışlarına, benliklerine ve kimliklerinede yön vermeye çalışan bir hareketti. Türkiye’de resmi kamuoyunun bilmediği yada yanliş bildiği şey, Nakşibendilerin de, 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılda, Ittihat ve Terakki’den farklı bir biçimde Osmanlı’nin coğrafyasında en dinamik, en yaygin ve örgütçü ilişkilerle topluma nufüs ettikleridir..

Asker-Sivil-Burokrat olan Kemalistler, İngiliz, Fransız ve Bolşevik’lerle anlaşarak, Osmanlı’nın 1.dünya savaşından geriye kalan merkezi devletini ele geçirdiler. Nakşibendiler ise, toplusal alanda kalarak varlıklarını değişik şekillerde sürdürdüler. Nakşibendilik, TC ‘nin kuruluşundan beri, devlet ve toplum ikileminde hep var olmuştur. Merkezi devletten özerk, yerel olarak devletle rekabet halindeki bu dinamik, Cumhuriyetin her döneminde Kemalistlerin kuşkulandıkları toplumsal bir olgu olarak kaldılar. Hiç bir zaman geleneksel Türk ve Kürt solu, bunu idrak edemedi. Bunun tohumlarıdır bu gün yeşeren…

Gelinen yerde, gerek Solun ve gerekse Kemalistlerin, görmezlikten geldikleri,Türkiye gerçekliklerinden biri olan, Nakşibendilerin kurduklari bu toplumsal örgütlemelerin ne kadar güçlü olduklarıdır.

Her ne kadar Kemalistler “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyorlarsada, mikro elektronikanin ve sermayenin dünya ölçeğinde, sınızsız iletişim ve dolaşım çağında, yerel olanın globalleşmeyle bütünleştiği, globaleşmeninde yerel düzeyde dönüşümcü etkisini kavrayamıyorlar.Ve hala bu çağın gereklerine uygun davranmadıkları ortada. Böylece yerelden, geleneklerden, muhafazakarlıktan yükselen toplumsal dalgaları anlamak istemiyorlar. Daha da onemlisi, Kürt’lerin tarih sahnesine çikmalarını hazmedemiyorlar.

İşte bütün bu olan bitenin ve bu sürecin tam ortasında Kürt’ler duruyor. Her ne kadar ulus olarak, siyasal ve ideolojik refleksleri kırılmış, kadroları tarihin görmediği vahşetten ve acilardan geçirilmiş, dağilmiş, büyük bir bozgundan çikmış iselerde, bir ulusun elbette ihtiyaç duyduğu cevherlerine, gönlü ve aklı açık bir kuşakla, duruşunu, vuruşunu ve gündemini belirliyecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Kürt’ler tarihlerinin hiç bir döneminde özgürlüğe bu kadar yakın olmadıklarının heyecanını yaşamak lazım.


Berham Xalid
Cumartesi, 22 Eylül 2007
behramxalid@gmail.com

9/16/2007


Kürd’ler, Değişim Dinamiğinin Neresindedirler ?
Kendini Arayan Bir Ulus II.



Kürd hareketinin siyasal söylem ve polemiklerinde aktüel kavramlardan biri olan Nakşibendilik ve onun Kürd ulusal kurtuluş hareketlerinde oynadığı rol konusunda, kaldığımız yerden devam edelim. Bu yazının birinci bölümünde Kürd Halıdi, Nakşibendi dini geleneğin sadece Kürd coğrafyasını etkilemediğini, aynı zamanda Kuzey Afrika’dan, Uzak-Asya’ya kadar değişik, İslami toplumları etkilediğini belirtmiştik. Bunun nedenleri üzerinde kafa yormanın ve siyasal sonuçlar çıkarmanın gerekliliğinden bahsetmiştik. Bu anlamda, Kürd aydınlarının kendi tolumsal coğrafyalarının dinamiklerine yabancı kaldıklarını vurgulamıştık.

19. ve 20. yüzyılda Güney Kürdistan’ın en etkili, yurtsever ve Qadiri dini cemaatine bağlı olan Barzanci ailelesi, aynı dönemde bölgede siyasal olarak en etkili güçtü. 1920’de Ingiliz’lere karşı ilk ciddi başkaldırıyı yapan ve bölgesinde egemenliğini ilan eden yine bu aileden Şeyh Mahmud Barzanci’dir. Güney Kürdistan’nın Irak ve İran sınırlarının her iki yakasında bulunan bu ailenin toplumsal gücünden, her bölgesel bölgesel kriz anında, bölge devletleri oldugu gibi, burada var olmak istiyen bütun güçler, bu aileden yararlandıklarını görüyoruz. İran ve Irak savaşında, İran tarafindan desteklenen ve Irak’a karşı küçük gerilla faaliyetlerini sürdüren, Şeyh Muhammad Najib Barzanci’de bu ailedendi.. Ayni dönemde yine bu aileden olan Cafer al- Karim Barzanci, Irak devletinin göstermelik Kurd otonom bölgesinin yürütme merkezinin başkanlığını yaptı. 1950’lerde Irak komünistleri dahi, bu aileden Şeyh Mahmud’un oğlu Şeyh Latif’i saflarına çekmişlerdi. Bütün bunlar şunu göstermektedir; bu aileinin karizmatik, siyasal ve toplumsal etkinliğinden, bir çok gücün yararlanmak istemiştir.

Her ne kadar, Barzanci ailesinin ismi ve kökeni bazılarınca, İmam Musa Kazim aracılığıyla peygamberin soyuna dayandırılmak isteniyorlarsada, özünde isim, Güney Kürdistan’na M.S 1200’lerin sonlarında, Hamadan’dan bu günkü Süleymaniye şehrine yakin olan Şehrazor’un Barzinca köyüne yerleşmiş, Seyyid ve Kürd olan iki kardeş Musa ve Isa’da geldikleri, araştırmacılar doğrulamaktadırlar[1]. Bu sözkonusu olan kaynakta sadece ailenin Qadiri geçmişini belirtmiyor, aynı zamanda Seyyid Isa’nin oğularından birinin kurucusu olduğu Ehl-i Hak dininin geçmiş silsilesini de aciklamaktadir.[2] Büyük oranda, Güney Kürdistan’da yaşamış olan bu aile ferdleri zamanla, 16. yüzyılın sonlarında, Suriye, Arabistan, Türkiye ve Hindistan’a yerleşirler. Baba Resul’un onsekizinci çocuklarından biri olan, “ Muhanmmad Madani” lakabıyla bilinen ve Medine’de en yüksek dini otoriteyi temsil edencek olan Muhammad bin Abdul Rasul Barzanci’ de yine bu ailedendir.[3]

Ibrahim el-Kurani gibi, temel eğitimini babasından ve Şehrezor alimlerinden alan Abdul Rasul Barzanci daha sonra, Hamadam(Iran), Bagdat Mardin, Şam, Istanbul, Kahire ve Mekke’de öğrenim gördü. Kendi döneminde Ibn-i Arabi’nin metafizik kuramının en önemli temsilcisi olan, Abdul Rasul Barzanci, akrabası olan Seyyid Muhammad Barzanci’nin Ahmad Sirhindi ekolünü eleştiren önemli yapıtlarını, Pers’ceden Arap’caya kazandırmıştır.[4] Barzanci ismininin, Uzak Asya ve Endonezya Müslüman topluluklar arasında, günlük hayatın vazgeçilmez kavramları arasına yerleştiren ise, Muhammad Abdul Rasul Barzanci’nin oğlu ve Medine’de doğup, bütün hayatı bu şehirde geçecek olan, Cafer bin Hasan bin Aldulkasim bin Muhammad’dir(1690-1764). İslam dünyasında çok yankı uyandıran eserler yazan Abdukasim bin Muhammad, bugüne kadar Barzanci ismiyle anılan eserleriyle, Uzak Asya İslam toplumları arasında hala yaşıyor. İşte, Barzanci Mevlud’u olarak bilinen ,”Iqadenin Cevahiri” adli eseri, Kuran’dan sonra en önemli dini yapıt olarak okutulmakta ve kaynak olarak gösterilmektedir[5]. Pek çok dini, felsefi-matefizik büyük eser yanında, günümüzde Qadiri ve Naksibendi cemaatlerin vazgeçilmez eserleri olan “Manaqib” adlı eserde, kendisinindir ve aktualitesinden hiç bir şey kaybetmeden okutulmaktadır. Muhammad Barzanci, ayni zamanda Şeyh Abdulqadir Geylani olarak bilinen büyük alimin düşünce sistemi ile ilgili eserler yazmistir.[6] Daha sonra Medine’de yaşıyan Barzanci ailesinden gelenler, dini bilginler olarak değişik düzeylerde görevler aldılar. Barzanci ailesi, özellikle 1840 ile 1908 arasinda tam 67 yil kurum olarak Medine Müftülüğünü yürütmüşlerdir.[7]

17.yüzyılda bilindiği gibi Kürdistan iki büyük imparatorluk (Osmanlı-İran) arasında çok ciddi bir bölünmeye uğrar (Kasr-i Sirin-1639). Büyük oranda Suni ve Müslüman olan Kürdler, tarihi entellektüel kökenleriyle beraber Isfahan’a, Merv’e, Nisapur’a yönelmeyip, İslam’in birinci dini merkezi olan Medine’ye yöneldiklerini görüyoruz. Kürdistan’in büyük bölümü Osmanlı içinde kalarak, özerk konumunu Mirlik kurumuyla korumakla beraber, imparatorluk içinden bağımsız bir siyasal birlik olarak çıkamadı. Bunun sancılarını çeken ve bu acıyı ilk edebi üslübuyla divanina yansıyan Ahmede Xani olduğunu burada belirtmekte yarar var[8].

Kürdistan’in bölünmesi, bati devletlerinin, özellikle İngiliz Doğu Hint Şirketinin Bagdat’ta bir şube açması, bölgedeki miyonerlik faalliyetlerinin yoğun bir şekilde Kürdistan’in iç yapısındaki çelişkileri hızlandırması, Müslüman-Hiristiyan çatışmasının iç toplumsal dokuyu parçalaması ve en önemlisi yarı bağımsız Kürd Mirliklerinin Osmanli/Iran/İngiliz ve Alman birlikleri tarafindan kuşatılıp tasviye edilmeleri Kürdistan’da, siyasal birliğin gerçekleşmesini elgelledi.

Mevlana Halid 1808’de Hindistan’dan döndü, 1826’da ölünceye kadar Kürdistan ve Şam’da çalışmalarına başlarken zaten, Kürd Mirliklerinin gücü sarsılmaya başlamıştı. Her ne kadar saltanatlarının son dönemlerini yaşıyan Soran, Baban, Hekari ve Botan Mirlikleri varlıklarını sürdürüyorlar idiysede Osmanlı, İngiliz ve Alman birliklerinin yoğun imha saldırlarıyla karşı karşıya idiler. 1834‘te Rawanduz Mir’i Kor tutuklandi. Bundan sonra Kürdistan’daki Müslüman, Hiristiyan çatışması hızla şiddetlendi. Behdinan Mirliği özerkliğini kaybetti. İç çatışmalarn önüne geçilemedi, böl ve yönet politakası kışkırtıldı. Alman Von Molke, 1839’da Osmanlı askeri operasyonlarına birkaç Mirliği imha ederek, bu sürece katılıldı. 1843’de Amerikan misyonerlerinin Tiyari bölgesindeki Hiristiyan Nasturi aşiretleri için okul ve pansiyon inşa etme propagandası ve kışkırtmalarının sonucu Botan Mirliğine bağli Kürd’ler bölgeyi kanlı bir biçimde istila ederler.

1845’te Osmanlılar ve Ingilizler, Bedirhan beyin adamlarının Nesturi mezalimi öfkesini bahane göstererek, bu güçlü ulusal yöneticiyi ve müttefiki olan Hekari beyi, Nurullah beyi tasfiye etmeye başladılar. Sonunda, 1847’de son Baban lideri Ehmed Pasa, Bagdat valisince askeri bir bozguna uğratılır. Bu dönemde neredeyse bütün onemli politik liderler şeyh ailelerindendi. Böylece Kürdistan’da Mirliklerden boşalan siyasal erk ilişkilerinin yerini, yavaş yavaş Mevlana Halidi’n başlattığı Kürd Nakşibendi şeyhleri almaktadırlar. Dolayisiyle, Kürdistan’da siyasal erkin, politik geleneklerin dini geleneklerle sentezleşerek şeyhlerin eline geçtiğini ve Nakşibendiliğin Halidi kolunun, Kürdistan’daki toplumsal ve siyasal sürece, hızlı bir şekilde müdahale ederek, tarih sahnesine çıktığını ve yüzyillar sürecek etkilerde bulunduğunu müşaade ediyoruz.

Kürdistan’da Kürd dini cemaatlerin Nakşibendilikte ifadesini bulan bu gelişimine baktığımızda, cemaatlerin karekteristik özeliklerinin yaninda, Kürdistan’in o günkü özel toplumsal konumunun belirleyici faktörler olarak önemli rol oynadıklarını söylenebilinir. “Birincil olarak sosyolojik açidan, elbetteki tarikatın örgütsel şekillenişidir, incelenmesi gereken. Nakşibendi tarikatının örgütsel olarak daha etkili olduğu ve özerk gelişimlere olanak verdiği düşünülebilinir… Şeyhlik, Barzanci Seyyidleriyle sınırlıydı ve Sadatê Nehri ailesiyle. Oysa Mevlana Halid’in birçok halifesi tarikatın yol verdiği şeyhlerdi. Kendi halifelerini atayabiliyorlardı, onlarda kendi halifelerini. Bu olasılık da ancak sınırlı bir ölçüdeydi… Yani, Nakşilerin örgütsel yapıları hızlı yayılmalarını kolaylastırdı”.[9]

Diğer pek çok Kürd geleneksel uleması gibi, Kürd kültür taşıyıcısı olan Mevlana Ziyadin Halid, 1779’de Şehrezor’da doğdu. Halid, Caf aşiretinden bir Kürd idi. Sinê’de, Süleymaniye’de Bagdat’ta Kürd ulamalarından temel eğitimini aldıktan sonra, Şam, Mekke ve Medine’de bulundu. Daha sonra Delhi’ de Abdullah al-Dihlewi’den bir yıl eğitim aldıktan sonra, Nakşibendi icazetini alarak bölgeye döner. 1811 ile 1827 vefatı arasında Osmanlı imparatorluğu içinde tam değişik kökenden 67 halife (30’dan fazla Kürd) tayin ederek çok hizli bir şekilde düşüncelerini yaydı. Ana dili Kürdçe’nin Gorani lehcesi olan Halid, tebliğlerini Kürdçe, Persçe ve Arapça yazmiştir.[10] Çok etkili, örgütcü bir reformcu önder olan Halid, Nakşibendilik hareketine pek çok aşiret liderini saflarına çekmeyi başardı. “Mevlana Halid Nakşibendi, tekkelere yaptığı ziyaretlerin birinde Barzan tekkesi’ne de uğrar ve Şeyh Abdusselam’ı halifesi olarak atar ve birlikte, daha sonra Mevlana Halid’in halifelerinden biri olacak Seyyid Taha’yı ziyaret ederler... Şeyh Abdusselam’ın oynadıgı büyük rolu takdir etmenin bir ifadesi olarak Şeyh Abdulkadir Nehri, Şeyh Abdurrahman Şernexi aracılığıyla Şeyh Ahmed’e bir mektup gönderir ve bu mektupta Şeyh Ahmed’den Kürd hareketinin liderliğini üstlenmesini ister. Ancak Şeyh Ahmed bu teklifi kabul etmez ve liderliğin Şeyh Abdulkadir’de olmasında ısrar eder. Şeyh Abdulkadir’ın isteği üzerine Şeyh Ahmed, kardeşi Mustafa Barzani’yi Şeyh Abdurrahman Şernexi’yle birlikte Türkiye Kürdistan’ına gönderir. Mela Mustafa’dan, Şeyh Abdulkadir ve Şeyh Said Pirani ile Muş bölgesinde buluştuğunu bizzat duydum. Bu olay 1917-1919 yılları arasında gerçekleşmiştir.”[11] Burada görüldügü gibi Nakşibendilik Kürd ulusal özgürlük hareketinin dokusunda yurtsever bir dini/mistik öge olarak siyasal ve toplumsal bir etkinlik ve değişik ilişkiler ağıyla Kürdistan’da varlığını sürdürmüştü. Bu şeyh ailelelerinin edindikleri etkinlik sonradan Kürd ulusalcılığında anahtar rolu oynadı. Şeyh Ubedullah, Şeyh Said, Mela Mustafa Barzani önemli ulusal hareket liderleri, Mevlana Halid’en Nakşibendi geleneklerini devralan şeyhlerin torunlarıdırlar. Bu olgu aynı zamanda, Kürd ulusal ve dini damarın, nasıl bir tarihsel kökene dayandığını ve kendi cografyasından beslenip evrimleşerek günümüze geldiğini göstermektedir.

Sonuç olarak, Kürdistan’nın modern çağin başında, siyasal birliğini yaratmadan parçalanması, jeopolitik ve jeostratejik nedenlerden dolayı iç bünyesindeki kanamanın devam etmesi, çok büyük kültürel kaynaklara sahip olan Kürd ulemasının kültürel birikimleriyle, Islamin “evrensel horizont’una yönelerek, bu miras başka coğrafyalara ve kanallara döküldüğünü rahatlıla söylemek mümkün. Bu durum, Kürd Nakşibendi hareketi içinde geçerlidir. Bu entellektüel çaba ve birikim İslam dünyasında büyük bir etki yaratmasına rağmen, Kuzey Kürdleri bunun siyasal ve düşünsel dinamiklerinin farkina varamadılar, bu isimlere ve kaynaklara yabancı kaldıklarını söylemek her halde haksızlık yapmış olmayız. Bu tarih ve kaynaklar, Kürd diasporasının önemli birikimlerinin arasında olduğu kanaatindeyim. Bu olgu dünya Yahudi sürgünlerinde olduğu gibi, diasporanın kültürel boyutunu çağrıştırmakta, bu alandaki birikimin su yüzüne çıkarilmasını hatırlatmaktadır. Bu kaynakların selektif bir biçimde yeni Kürd kuşaklarına aktarılması bir görev olarak önümüzde durduğu açık ortadadır.


Behram Xalıd
2007-09-16
behramxalid@gmail.com

[1] M. Morki, Rechherches der Kurdologie, Paris 1970, b.315
[2] Tawakkuli, Muhammad Rauf, Tarikh-i Tasawwuf Kurdistan, Tahran, Israkiye yayinlari 1980.
[3] Edmonds, C.J., a.g.e, s, 68
[4] Friedmann, Yohanan, Shaykh Ahmad Sirhindi, Montreal: McGrill University, 1971
[5] Brockelmann, Carl, Geschichte der Arabischen Litteratur, Band I en II, 2. Ed. Leiden, 1943-49
[6] Bruinessen, v.M, Mizan, 1995
[7] Ochsenwald, W., Religion, Gesellschaft und der staat in Arabien, 1984
[8] Ahmede Xani, Mem û Zîn, “Derdê me” bölümü
[9] Bruinessen v.M., Ağa, Şeyh ve Devlet, Ozge yayınları, s. 270-271
[10] Chodkiewicz, Cyrille, Mewlana Khalid (1779/1827), ayn al- hayat, dellatariqa Naqshbandiyya nr.3., 1997, 75-96
[11] Barzani M, Barzani ve Kürd ulusal özgürlük Hareketi, Doz yayınları, 3.baski, 2005, s.23-28

9/09/2007

Kurd'ler, Degisim Dinamiginin Neresindedirler? Kendini Arayan Bir Ulus


Kurd’ler, Degisim Dinamiginin Neresindedirler ?
Kendini Arayan Bir Ulus
1.


Son siyasal gelismelerin Kurd toplumunun davranis, hafiza ve reflexlerinde ciddi bir degisimi baslattigi bir fenomen olarak ortada duruyor. Bu degisim ve donusumu anliyabilmek, aktuel ve gelecek icin bazi ongurulerde bulunmak icin birazcik gerilere, Kurdistan cografiyasinda kaynagini bulan, bazi temel dusuncelerin koklerini arastirmak ve bilmek durumundayiz. Konuya sadece kojuktuel ve politik kaygilarla, yada AK partinin secim basarisi acisindan yaklasmak yaniltici olur.
Bilindigi gibi,Turkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca Kurdleri gormezlikten gelerek ve onlarin en masun insani varliklari yaninda tum dusunsel ve kulturel varliklarini inkar ederek imha etmistir, yada ozumseyip kendi sistemine enterge etmistir. Ayni sekilde bu siyaset, Kurd Naksibendi dusunce kurumlarina karsi da devam etmistir. Oysa ne ilgictir ki, bir baska cografyalarda bu olgu kendi kimlik ve dini dusunce sistemiyle boy verip gelismistir. Epey yaygin bir bicimde, toplumlarin kulturel dokularini etkilemistir.

Bu calismada genel olarak Kurd Naksibendi alimlerini tanitmaya ve neden islam cografyasinda bu kadar etkili olduklarini aciklamaya calisacagim. Kemalist solun ve Kemalist sagin beslendigi ve ayni zamanda igdis, tahrif ve inkar ettikleri bu olguya karsi, Kurdlerin yeni kavramlarla, yeni bakis acilariyla toplumlarina bakma gibi bir gorevle karsikarsiya olduklari kanaatindeyim.

Misir’dan Endonezya’ya kadar etkili olmus ve hala en etkili toplumsal hareketlerin dini dusunsel dokusunu olusturan bu alimlerin Kurd kimlikleriyle, dini dusunsel varliklarini surdurmus olmalari karsisinda, Kuzey Kurd hareketlerinin yaklasimlarini anlamak mumkun degildir. Bu dusunsel ve toplumsal fenomene karsi ya, sesiz kalinmis yada, basit isbirlikcilik yaftasiyla konunun ozune yaklasilmadan, dusman kategorisinde gosterilmistir. Yada, geleneksel, ateist, bati dunyasinin kavramlariyla yaklasilmistir. Kendi kaynaklarimizin ozune inmeden, bu alana yabanci kalarak, kendi yabancilasmamizda bilerek yada bilmiyerek onayak olmusuz. Bu dinamigi, somurgeciligin dusunce isgaline terk edip, onu anlamaya, anlam vermeye calismadigimiz ise biliniyor. Ayrica bu olgunun kulturel toplumsal gucunu, hic hesaba katmadan politik propgramlar yapilmistir.

Gerek kuzey Afrika’da ve gerekse Uzak Asya’da arastirma yapan antropologlar su toplumsal gercekligin farkina variyorlar. Kendilerine Kurd yada Kurdi diye hitab edilen pek cok insanin varligina sahit oluyorlar. Ozellikle yaygin bir sekilde islami muhitlerde gorulen bu durum, Turki, Hindi yada Farsi gibi isimlerle karsilastirildiginda, Kurdi ve Barzanci isminin oldukca yaygin bir bicimde dikkat cektigini belirtmektedirler. Kurd etkisinin bir baska ornegi ise, massal dini ibadet ile ilgili olarak Barzanci Mevludu’dur. Bu eser Endonezya’da Kuran’dan sonra ikinci buyuk populer eser olarak bilinmektedir.[1] Bu tekst sadece peygamber’in dogum gununde yada, 12 imamla ilgili kutlamalarda okunmuyor, eser yaygin bir bicimde, cocuklarin dogum gununde, deprem yada afetler doneminde toplu ve rituel bir bicimde okunur. Hic bir musluman Endonezya’li yok ki, yasaminda birkac kez bu Barzanci eserinin toplu okundugu toplantilarda bulunmus olmasin. Oysaki, Barzanci ismi Guney Kurdistan’ da bir cok Kurd Qadiri ve Nadsibendi ulemayi yetistiren ve Kurd ulusal kurtulus hareketlerine onderlik etmis bir ailenin ismidir.[2]
Sayet siz Bati-Java’nin Bandung’unda, yada Misir’in Kahire sehirlerinde herhangi bir kitapciya ugradiginizda mutlaka ciltlerle, Muhammad Amin al-Kurdi’nin Tanwir al-qulub eserini bulursunuz. Naksibendiciligin onemli fikih el kitabi olan bu eser, islam dunyasinda ozellikle Uzak Dogu’da oldukca taninmaktadir. Ayni sekilde degisik cografyalardaki Islam kultur kaynaklarini sentezlestiren, yorumluyan ve onemli eserler yazmis olan Sehrezorl’u Ibrahim b. Hasan al-Kurani’de burada anmak gerekir..

Bir cok nedenin yaninda geopolitik nedenlerden dolayi Kurdler, islamin uc buyuk kultur gelenegi arasinda araci oldular. Kurdistan buyuk oranda, Iran, Arab ve Osmanli-Turk kultur merkezlerinin kesisme alanindadir. Kurd ulemalari yuz yillar once, Kurdce’nin yaninda 3 dilide konusma ve yazi dili olarak kullaniyorlardi. Bu dilleri kullanma avantaclarindan dolayi, Kurd’ler degisik kulturler arasinda araci gorevini icra ettiler.. Islam dunyasinin degisik yerlerinde, dini alimler olarak dersler verdiler ve gorevler ustlendiler.

Bu cercevede ulema yetistiren ve Guney Kurdistan’nin Kerkuk ile Suleymaniye bolgesini kapsayan Sehrezor bolgesini anmak gerekir. Bu bolge bu ozelliginin disinda, Kurd Goran toplulugununda yerlesim alanidir. Genel olarak Kurd, olarak bilinen bu topluluk ve bolge insanlari degisik dini inanclara sahip olmalarinin yaninda, ozellikle Arap dunyasinda islamin degisik konularinda uluslararasi duzeyde one kavusmus insanlar yetirtirmislerdir. Cok derin bir bicimde, dini, mistik ve spirituel alanlarda, Ibrahmi al-Kurani’in ve Mevlana Xalid’in, islam ulemalari uzerinde yogun etkilerinden bahsedeliyor.[3]

1480-1488 yillarinda Istanbul muftulugu yapan ve ayni zamanda Fatih Sultan Mehmed’e hocalik yapan Mola Gorani’de bu bolgedendir. O Sehrezor’da dogmustur ve ilk egitimini bu yerel alanda almistir. Daha sonra egitimini Diyarbekir, Hisn Keyf (Hasan keyf), Sam , Jaruzalem ve Bagdad’ta yapan Gorani, Kahire’de yavas yavas dunya capinda one kavusur. Gorani, Osmanli imparaorlugun en yuksek dini mevkisine yerlesir.[4] Yine, ailesi Guney Kurdistan’in Amediye kentinden olan Ebussuud-i Amadi 1491-1575 yillari arasinda Kanuni Sultan Suleyman ve II. Selim zamaninda Seyhulislamlik yapmistir.[5]

18. yuzyilin islam dunyasindaki dini reform hareketlerin merkezi entellektuel habercilerinden biri olan Ibrahim al-Kurani, (1615-1690) ayni zamanda, Medine’de, Ibn-I Arabi’nin dusunsel sisteminin tek otoritesiydi.[6] Kulturler arasi onemli bir dini role sahib olan Al-Kurani, Sehrezor’dan temel egitimini aldiktan sonra, Iran, Diyarbakir, Malatya, Suriye , Misir ve Medine’de egitim verdi. Buyuk bir sentez kuramcisi olan Al-Kurani, kendisinin yazdigi entellektuel autobiografisinde Al- himam Al-amam Li-iqaz’ adli eserinde hangi Kurd ulemalardan ders aldigini ve eserleriyle ilgili detayli bilgiler sunmaktadir. Ibrahim Al-Kurani’nin olumunden (1690) sonra yerine gecen 20 yaslarindaki oglu Muhammed Abu Tahir, Medine’de ulemalar arasinda onemli posizyonda yer alir. Ayni donemde Medine’de bir ogrenci olan ve daha sonra Kurani gelenegini surdurecek olan Muhamemad ibn Abd al- Rasul Barzanci ‘yi goruyoruz[7] Abd al-Rasul Barzanci’de Kurani gibi Guney Kurdistan’in Sehrezor bolgesinden temel egitimini almistir.




Behram Xalid, 9 Eylul 2007





Kaynakca:

[1][1]Vredenbrengt, Jacob “Dabus in West-Java” b. 187, 1973, beitrage zur der sprache –land und Engels Volkskunde
[2] Monteil, Vincent, Indonesie. Paris, 1970
[3] Brockelmann, Carl, Geschichte der arabischen Litteratur, Bander 1, 2 Leiden 1943-49
[4] Ahmet Ates, Molla Gorani, Islam Ansiklopedisi, cilt 8 Istanbul, dorduncu baski, 1987, s. 406-408
[5] F.Babinger, Die Geschichtschreiber der Osmanen und ihre Werke 1927
[6] Voll, John O, Bulletin von der schule von OAS studium 38. 1975, 32-39
[7] Tewakkuli, Muhammad Rauf, Tarikh-i tasawwuf dar Kurdistan, Tahran, Israki yayinlari. 1980