12/12/2007

Yeryüzünde sahip olduğum en sevgili toprak / Anababamın mezarı olan çimenli tümsektir.


"Marcel Proust için", "Çimenli Tümsek" ve "Suda Balık"



Adorno, Minima Moraliadan secmeler,

Marcel Proust için. — Yeteneklerinden ya da zayıflıklarından ötürü, sanatçı ya da düşünür olarak "entelektüel" uğraşlara dalan zengin aile çocukları, "meslektaş" gibi tatsız bir sözcükle anılan kişilerle geçinmenin hiç de kolay olmadığını göreceklerdir. Sorun sadece bağımsızlıklarının kıskanılması, niyetlerinin ciddiyetinden kuşkulanılması ya da egemen güçlerin gizli temsilcisi olarak görülmeleri değildir. Çok köklü bir hıncı yansıtsalar da, bu tür kuşkuların çoğu zaman hiç de temelsiz olmadığı ortaya çıkar sonuçta. Ama direncin asıl kaynağı başka yerdedir. Bugün zihinsel konularla uğraşmanın kendisi de "pratikleşmiş", departmanları ve giriş kısıtlamalarıyla katı bir işbölümünün geçerli olduğu bir ticari faaliyet haline gelmiştir. Para kazanmanın getirdiği alçalmadan tiksindiği için zihinsel uğraşı seçen varlıklı kişi, bu gerçeği kabul etmeye yatkın olmayacaktır. Bunun için de cezalandırılır. Bir "profesyonel" değildir; bu yüzden, kendi konusunu ne kadar iyi bilirse bilsin, hevesli amatörler sınıfına yerleştirilir rekabetçi hiyerarşi içinde; ve kariyer yapmak için de at gözlüğü takmak, en katı, en duyarsız uzmandan bile daha uzmanca davranarak kendi konusunun içine hapsolmak zorunda kalır. En çok öfke uyandıran şey, ekonomik durumu sayesinde bir ölçüye kadar gerçekleştirebildiği işbölümünü askıya alma isteğidir: Toplumun dayattığı işlemleri onaylamaya çok yatkın olmadığını sezdirir bu istek, oysa otoriter yeterlilik anlayışı da bu türden tuhaflıklara izin vermez. Resmi bir sözleşmeye bağlı olmadan çalışan zihni ortadan kaldırmanın yollarından biridir düşüncenin departmanlaştırılması. Üstelik hiç zor değildir bunu yapmak, çünkü sırf yaptığı işten zevk almakla bile işbölümünü yadsımış olan kişi, bu çalışmanın standartları açısından birtakım açıklar vermiş olacaktır, kendi üstünlüğüyle bağlantısız olmayan açıklar. Böylece korunur düzen: Bazıları başka türlü yaşayamayacakları için oyuna katılmak zorunda kalır, başka türlü yaşayabilecek olanlar da oyuna katılmak istemedikleri için dışarda bırakılır. Bağımsız aydınların terk ettiği sınıf, kendi taleplerini tam da kaçakların sığındığı alanın içinden ortaya sürerek öcünü almaktadır sanki.

Çimenli tümsek.(1) Anababalarımızla ilişkilerimiz, sıkıntılı bir dönüşüm geçiriyor. Ekonomik iktidarsızlık, bir zamanlar sahip oldukları o heybetli, ürkütücü otoriteyi de aldı onlardan. Bize zorla benimsetmeye çalıştıkları gerçeklik ilkesine,(2) kolay vazgeçmeyenler karşısında her zaman gazaba dönüşebilen o ciddiyet ve ayıklığa isyan etmiştik. Oysa şimdi genç olduğunu iddia eden ama bütün tepkilerinde eskilerden çok daha yetişkin, çok daha kaşarlanmış olduğunu gördüğümüz bir kuşak var karşımızda – o asık yüzlü, otoriter ve sarsılmaz gücünü, hiçbir çatışmaya girmeksizin kendi isteğiyle teslim olmuş, feragat etmiş olmasından alan bir kuşak. Belki tarihin her döneminde hissettiği bir şeydir insanların: Babalar kuşağının fiziksel gücü azaldıkça iktidarı da aşınıp zararsızlaşır, ama aynı anda genç kuşak da daha gençlerin soluğunu duymaya başlar ensesinde: Düşmanca karşıtlıklarla bölünmüş bir toplumda, kuşaklar arasındaki ilişki, dipteki kaba gücün varlığını gizleyemeyen bir rekabet ilişkisidir hep. Ama bu, Oidipus karmaşasından değil, düpedüz baba katilliğinden esinlenmiş bir modele doğru geriliyor bugün. Nazilerin simgesel canavarlıklarından birinde, çok yaşlılar öldürülmüştü. Böyle bir ortam, anababalarımızla aramızda, geç varılmış ama artık aldanıştan uzak bir karşılıklı anlayışın doğmasını sağlar, tıpkı mahkûmlar arasında olduğu gibi. Bu gecikmiş anlayışı gölgeleyen tek şey, geçmişte henüz ellerinde bir şeyler varken bize yaptıkları yardımın, gösterdikleri şefkatin bir benzerini, şimdi kendimiz de güçsüz olduğumuz için, onlara gösteremeyeceğimizden duyduğumuz korkudur. Onlara uygulanan şiddet, onların uyguladığı şiddeti unutmamıza yol açar. Başvurdukları ussallaştırmalar, kendi özel çıkarlarını genel çıkar olarak aklamak için başvurdukları o çok nefret ettiğimiz yalanlar bile, onlarda hakikate uzanmak isteyen bir eğilim olduğunu, her türlü kuşkuya karşı aşılanmış çocuklarının büyük bir iç rahatlığıyla yadsıdığı bir karşıtlığı çözmeye çabaladıklarını ortaya koyar. Yaşlı kuşağın eskimiş, tutarsız, güvensiz düşünceleri bile, sonrakilerin parıltılı budalalığından daha verimli bir diyalog zemini sunar bize. İhtiyarlarımızın o nörotik tuhaflıkları, ruhsal sakatlıkları bile, bu hasta sağlıkla, bu kural haline getirilmiş çocuksulukla karşılaştırıldığında, bir kişilik sağlamlığı, insanca çabalar sonucunda elde edilmiş bir özellik olarak görünür. O zaman dehşetle farkına varırız: Geçmişte, dünyayı temsil ettiği için ailemizle çatışırken, çoğu kez, kötü bir dünyaya karşı daha da kötüsünün gizli sözcülüğünü yapmışızdır aslında. Burjuva ailesini aşmaya yönelen siyaset dışı çabalar, çok zaman, onun daha da dallanıp budaklanmasını sağlamakla kalır; ve bazen de, toplumun lanetli üreme hücresi olan aile, aynı zamanda bir başka topluma ulaşmak için verilebilecek en ödünsüz çabaların da besleyici hücresiymiş gibi görünür bize. Aile tarihe karışır ama sistem ayakta kalırken, aileyle birlikte sadece burjuvazinin en etkili organı değil, bireyi baskı altında tutsa bile onu güçlendiren, hatta belki onu yaratan direnç de ortadan kayboluyor. Ailenin bitişi, muhalefet güçlerini de felce uğratıyor. Yükselen kolektivist düzen, sınıfsız toplumun bir karikatürüdür: Burjuvaziyle birlikte, bir zamanlar anne sevgisinden güç alan Ütopyayı da tasfiye etmektedir.

Suda balık. — Tekelci sanayinin her şeyi kuşatan dağıtım aygıtınca yerinden edilen dolaşım alanı, bu iflastan sonra, tuhaf bir ikinci yaşama kavuştu. Aracı mesleklerin ekonomik temelleri yok olurken, milyonlarca insanın özel yaşamı da acentelerin ve aracıların yaşamına dönüşüyor; tüm özel alan, ortada bağlanacak hiçbir iş olmadığı halde, her bakımdan ticari faaliyeti andıran bir sürecin içine çekiliyor. İşsizinden memuruna, yatırımlarını temsil ettiği kişilerin her an gazabına hedef olabilecek kamu görevlisine kadar, bütün bu tedirgin insanlar, her yerde hazır ve nazır olduğunu sandıkları yürütme gücüne ancak duygudaşlıkla, gayretkeşlikle, işe yarayarak ve bezirganca davranarak yaranabileceklerine inanıyorlar: Bir "bağlantı" olarak görülmeyen hiçbir ilişki kalmayacak yakında, ilkin "muteber" olup olmadığına bakılmayan hiçbir arzu kalmayacak. Bir dolayım ve dolaşım kategorisi olan bağlantılar kavramı, gerçekte dolaşımın asıl zemini olan pazardan çok, kapalı ve tekelci hiyerarşiler içinde bulmuştur gelişme ortamını. Ama şimdi bütün toplum hiyerarşikleştiği için, geçmişte özgürlüğün hiç değilse görüntüsünün varolduğu her yerde bu kirli bağlantıların ürediği görülüyor. Sistemin akıldışılığı, bireyin ekonomik yazgısı kadar asalak psikolojisinde de ifadesini buluyor. Eskiden, mesleki ve özel yaşam arasındaki o çok suçlanan burjuva işbölümüne benzer bir şeylerin hâlâ varolabildiği bir dönemde –bir işbölümü ki kayboluşuna sevinelim mi üzülelim mi bilemiyoruz şimdi– özel alanda pratik amaçlar güden adama yontulmamış bir sonradan görme olarak bakılırdı. Bugünse, belirgin bir art niyet sahibi olmadan özel faaliyetlere dalmanın bir terbiyesizlik, "ecnebilik", hatta küstahlık olduğu düşünülüyor. Suçlanan bir tutum haline geldi bir şeyin peşinde olmamak: Bu yağmada başkalarına yardım edilmesine de ancak karşılığında bir şeyin istenmesi koşuluyla izin veriliyor. Sayısız insan, mesleklerin tasfiyesinden bir meslek yaratıyor kendine. İyi insanlar bunlar, herkesle kaynaşan, herkesin sevdiği makul insanlar, bütün rezillikleri insanca bir hoşgörüyle bağışlayan ve standartlaşmamış her türlü dürtüyü de derhal duygusal olarak damgalayan sağduyulu insanlar. İktidarın bütün koridorlarını, bütün girdisini çıktısını bilirler, en gizli niyetlerini sezerler ve gönüllü propagandistliğini üstlenirler, geçimlerini de bundan çıkarırlar. Bütün siyasal kamplarda rastlanır onlara, hatta sistemin yadsınmasının fazlaca veri alındığı ve bu yüzden de kendine özgü bir konformizmin, gevşek ama incelikli bir konformizmin serpildiği muhalif kampta bile. Belli bir iyi kalplilikle sempati toplarlar, başkalarının işlerine gösterdikleri o sevecen ilgiyle – spekülasyon haline gelmiş diğerkâmlık! Zekidirler, şakacıdırlar, duyarlı tepkileri vardır: Eski bezirganın zihniyetini, bir gün öncesinin psikolojik keşifleriyle süslemişlerdir. Her konuda yeteneklidirler, aşkta bile, ama inanmadan. Aldatırlar, ama içgüdüsel bir tepkiyle değil, ilke gereği aldatırlar: Kendilerini de başkalarına kaptırmak istemedikleri bir kâr olarak değerlendirdikleri için aldatırlar. Bir çekme-itme ilişkisi vardır zekâyla aralarında, bir dostluk-nefret bağlantısı: Düşünceliler için hem kışkırtıcı bir konudurlar, hem de onların en büyük düşmanıdırlar. Çünkü direncin son sığınaklarına da gizlice sızarak, aygıtın taleplerinden hâlâ muaf kalabilmiş saatleri kirletenler de onlardır. Gecikmiş bireycilikleri, bireyin son kalıntılarını da zehirlemektedir.

Notlar :


(1) İyi bilinen bir Alman şarkısının sözlerine gönderme: Der liebste Platz den ich auf Erden hab' , / das ist die Rasenbank am Elterngrab [Yeryüzünde sahip olduğum en sevgili toprak / Anababamın mezarı olan çimenli tümsektir].


(2) Freud'un metapsikolojisinde, zihnin işleyişini yöneten iki ilkeden biri. Öteki –ve daha temel olanı– haz ilkesidir. Gerçeklik ilkesi, haz ilkesinin işleyişini sınırlar ve değiştirir: Dış dünyanın gerekleri (ki buna bireyin sağ kalma zorunluluğu da dahildir) hazzın ve doyuma ulaşma çabasının en dolaysız ve kestirme yollara girmesini önler, doyumu erteler ve/veya dolaylı yollara zorlar. Haz ilkesi, bilinçdışında hüküm süren ilkedir; gerçeklik ilkesiyse zihnin bilinçli kesiminin bilinçdışından ayrışmasının ifadesidir.

11/22/2007

Axaftina serokwezîrê Kurdistanê Nêçîrvan Barzanî li ser festîvala Gelawêjê:





”Ez hêvîdar im ko rojnameyên Kurdistanê û saziyên kulturî, ji bo bilindkirina asta nivîsîna kurdî, bi giştî hewil bidin û bernameyekê dirûst bikin, ev yek jî bi rêya vekirina kursên fêrbûnê dibe, herwisa hewl bidin ko fikr û nivîsarên we bila ne lokal û herêmî bin, bila ji sînorê herêma Kurdistanê derkevin. Me weke hikûmeta herêma Kurdistanê hemû piştevanî li bizava kulturî û rojnamvaniya serbixwe kiriye, û dê li ser vê siyasetê berdewam bin. Hêvêdar în bi hev re tecrûbeyeke serkeftî û demokaratîk li Kurdistanê dirûst bikin”.



Amadebûyên festîvala Gelawêjê,


Spêdeya we baş û hûn hemû bi xêr hatin û li ser çavan.

Rêzgirtina bibîranînên giring ên kulturî rêzgirtine li niha û paşeroja me, kovareka pirşingdar ya weke Gelawêjê ko di salên 40-ê, sedsala 20-ê de û di rewşeke dijwar de derdiçû nîşana îsrara miletê kurd e li ser vejandina kelepora milî û pêşxistina ronakramaniyê bû. Ewa ko îro me di warê ronakbîrî, ragihandin û hunerê de bi dest xistiye, berhema zehmet û xebata rewşenbîrên mezin yên gelê Kurdistanê ye, yên mîna Îbrahîm Ehmed û hevkarên wî ko di derxistina kovara Gelawêj û kovarên din de roleke mezin hebû. Ewan di wê serdemê de ko neteweya kurd bi dijwarî abloqa siyasî û rewşenbîrî li ser hebû, nehêla ko zimanê dayikê kiz û lawaz bibe.


Lê belê bi kovar û awayên din yên nivîsînê geş kirin. Ewan, herwisa di wê serdema tarî de ronahiya zanist, edeb û hunerê di nav xelkê Kurdistanê de bilav kir û hişyariya bilind ya civakî û siyasî ragirt. Her rûpelek, her rêzek ko di wê demê de nivîsiye îro bûye robarekê ronahiya afrandin û zanistê û bi sedan ronakbîrên şareza pêgihandine.


Ez xweşhal im ko îro bi we re li vir amade me, min divêt bixêrhatina mêhvanên birêz ko ji cihên din hatine bikim, ji Îranê yan ew mêhvanên ji Bexdayê hatine û çi ewên ji Sûriyê hatine, yan ji Tirkiyeyê, hûn hemû bi xêr hatin û li ser çavan. Spasiya erk û mandîbûna we dikim ko we beşdarî kir di vê ahengê de.


Amadebûna hemû aliyan di vê bibîranînê de nîşana dilsozî û xemxuriya wa ye bo peyva kurdî, ew peyva ko di dîroka bizava siyasî de, berpirsiyara beşek ji xebat û têkoşîna miletê me bû. Bajarê Silêmaniyê jî ko ev bibîranîna kulturî lê tê kirin, berdewam dûpat kiriye ko bajarê geşkirina rewşenbîriyê û bajarê fikra nûxwaziyê bûye. Me weke kurd hertim şanazî bi rola pêşeng ya bajarê Silêmaniyê kiriye.


Bajarê helmet û qurbaniyê, bajarê kultura resen, bajarê ko kesên wek Nalî, Bêkes û Goran pêşkeşî dîroka Kurdistanê kiriye, bi hezaran şehîd jî ji bo azadiyê daye, ji ber vê yekê di vê minasebetê de rêz û xweşewîstiya xwe bo xelkê vî bajarî û hemû rewşenbîran dûpat dikim, destxweşiyê li sentera Gelawêjê ji bo sazdana vê bizava rewşenfikrî dikim. Sentera Gelawêjê yek ji saziyên kulturî yên Kurdistanê ye û şûntiliyên wê li ser bizava rewşenfikriyê de diyar in. Yek ji adetên sentera Gelawêjê ew e ko her sal vê minasebetê dike, ji ber hindê careke din destxweşiyê lê dikim û serkeftinê jê re dixwazim.


Me, weke tecrûba Kurdistanê, çi tecrûba hikûmeta herêmê û çi jî tecrûba partiyên siyasî be, teşwîqkirina karên rewşenfikrî yek ji erkên li ser milên xwe zaniye, û dê li ser vê siyasetê berdewam bin. Mamoste Îbrahîm Ehmed, Elaedîn Secadî û hevkarên wan li kovara Gelawêjê, herwesa nivîskarên kovarên din yên piştî wan jî hêza tevgerînê ya fikr û hişyariya netewî bûn, ewan nifşê serdema xwe hişyar kir û biyavê fikrî û nefsî bo şoreş û serhildanan xweş kir.


Eger xebat û zehmet û fidakariya wan pêşengên mezin yên fikra edeb û rojnamevanîyê ji vê xalê temaşa bikin, hîngê gereke bêjîn îro heta vê demê û saetê ew berdewam in, çimkî ronakbîrên îro berdewamiya rêbaza wan in û nifşê geşkirina huner û zanistê ne.


Eger ji aliyê civakî ve lê temaşe bikin, gerek bêjin ko ew fedekar bûn, canfida bûn û wan temen, îmkan, enerjî û xurtîniya xwe di rewşeke dijwar ya aborî, jiyan û afrandinê de ji bo xizmeta kelepora kurdî terxan kiribû. Ji bilî wê jî, wê demê, azadî nebû, hertim di bin zixta dezgehên rijîman de bûn, gelek caran hatine girtin û hatine azar dan, di vê minasebetê da em, wan tînin bîra xwe û rêz û hurmetê jê re dişînin.


Ew rewşa ko îro bo ronakfikran çêbûye, ew jê bê par bûn, îro azadiya nivîsîn û derbirînê û afrandinê heye, mafê we ye hûn bi azadî û bi dengê bilind bifikirin û bipeyivin, kes rê li pêşiya we nagire û sansûr nîne, bi tu awayî em mihaseba kesî nakin, lê daxwazê ji we dikin ko sansûra hundirî (otosansûr) ji bîra we neçe, hindek fikrên nivîskî dikevin ber çavên me, em hest dikin ko di dema nivîsînê de otosansûr nebûye, ev jî ne layêqî rewşenbîrên kurd e, ko mirovekê berpirsiyar e.


Ji bo kesê ji we ne tiştek veşartiye ko heta îro jî gef li ser tecrûba Kurdistanê hene, hûn bi xwe hest bi vê yekê dikin, nahez ti mafan ji kurdan re adil nabînin. Piştevanê me milet e, em dixwazin me miletekê xwedî biryar hebe, ne miletekê lawaz û bê bawerî, diruskirina vê mesulîyetê jî beşeke mezin li ser milên xwedî qelembidestan e.


Ev yek jî wisa bi cî tê ko milet hişyar be û di dana biryaran de beşdar be, ango raya giştî, lê em dixwazin rojnamevaniya Kurdistanê û saziyên kulturî xwe xwedîyê vî welatê bizanin. Ew tiştê we navê wê kiriye desthilata kurdî bo yek saetê (moment) jî ji we dûr neketiye, bo yek saetê jî nebe ko hûn xwe jê dûr bizanin. Li ber her tehdîdekê be çarenivîsa desthilata kurdî û rewşenbîriya kurdî her eynî çarenivîs e û ji hev cuda nabe.


Em weke milet taze dikevin nav jiyana demokrasiyê û hêşta tecrûba vê qonaxê ne temam e, pir caran nûçeyeke şaş yan rexneyeke bêwijdan dibe sedemê herifîna manewiyatên cemawerî, peyv mesuliyet e, peyva biwêrek peyva rastgo ye.


Ez dixwazim ji we re bêjim ko dixwazim hemû rewşenbîr û nivîskarên kurd xwe weke rawêjkarên hikûmeta herêmê bizanin. Ewa em pê re bigihîn, em agadarî rojname û ragihandina kurdî ne, dîtinên wan li ber çavan digirin û mifayê jê werdigirin. Ez hêvîdar im ko rojnameyên Kurdistanê û saziyên kulturî, ji bo bilindkirina asta nivîsîna kurdî, bi giştî hewil bidin û bernameyekê dirûst bikin, ev yek jî bi rêya vekirina kursên fêrbûnê dibe, herwisa hewl bidin ko fikr û nivîsarên we bila ne lokal û herêmî bin, bila ji sînorê herêma Kurdistanê derkevin.


Me weke hikûmeta herêma Kurdistanê hemû piştevanî li bizava kulturî û rojnamvaniya serbixwe kiriye, û dê li ser vê siyasetê berdewam bin. Hêvêdar în bi hev re tecrûbeyeke serkeftî û demokaratîk li Kurdistanê dirûst bikin.


Ez careke din, di dawiyê de, silav û destxweşiyê pêşkeşî hemû karmend, rêveber û berpirsên sentera Gelawêjê dikim, pêrozbahiyê lê dikim bê wan destkeftiyên kirine, daxwaza serkeftinê bo dikim, spasiyeke taybetî jî lê dikim ko îro ew şeref da min û ez vexwendim ko digel we yên xweşewîst beşdar bim.


Serkeftî bin û pir spas

serokwezîrê Kurdistanê Nêçîrvan Barzanî
Suleymaniye, 21/11/2007

11/21/2007


BAYÊ DILAN

Ev bayê nerm xwe li suretê te badıde
Jıkeftên Hûsn û Kêyf ê,
Xwe lı porê te dı balıkîne,
Dılêyze,
Dı nav çav û bırîyê te da

Bîhna dılemın dıfêtısine
Wek çîrokên şevên tarî û dırêj li ber agırê daran
Bı mınra dılêyze wek govenda Xerzan
Ji kontara Çiyayê Mazî
Dı hêlînên şalûl û bilbilan da

Ew çavên jı nûra xalıqê pır delal mest bûyî
Ji bo xatırê evîna mêhbûban
Bêje ya dılê xwe
Çıma bê kes û bê hêz maye dılê te
Êw dılê bê zar û bê yar

Ber çavê mın derbasdıbın êw stêrk, dar û devîyên te
Çîya yên bı êsimanra şevbêrkan da dıbûn mêhzûnvan
Mınê çewa bızanîya dermanê êşa dılan û ya axa bav û kalan
Dost bê perva, felek bê rêhm, devran bê sûkûne ma
Ên jibo mûhabeta dılên te tîhn bûne, bê zarın, tû bûyî serab.


BEHRAM XALID
behramxalid@gmail.com
18/11/2007

11/05/2007


DİL VE İNSAN



“Söz, ok gibidir; ağızdan çıktıktan sonra bir daha geri dönmez”


Dilin en önemli foksiyonlarından birisi de saptama işlevidir. Çünkü ancak dil, düşünülen ve görüleni saptayabiliyor;ve bunun kuşaktan kuşağa aktarılmasına hizmet ediyor.Böylece bir kuşağın başarılarından bir sonrakinin ya da çok sonraları gelen kuşakların yararlanması sağlanıyor.İnsan bilgisi ve 'deneyimi', dilin sözlü yazılı olarak saptama fonksiyonu olmadan kuşaktan kuşağa geçemeyecek ve insan da tarihsel bir varlık olmayacaktı; her kuşak, ancak kendi zamanı içine kapanıp kalan bir varlık şekline sahip olacaktı. Bundan başka insan düşünmesi ile öteki aktlarının ürünü olan bilgi ve sanat da hiç ilerlemeyecekti. Her kuşağın bilgisi ve sanatı kendisi ile birlikte gömülecekti. Ancak dilin saptama işlevi ile insanların buluşları yaratmaları birbirine katılıyor.



I.

Dil, sadece dilin yapısı ve bu yapısının başka alanıyla olan ilgisini, dilin hayatla ve sübjektif-alanla olan bağlarını araştırmaz; aynı zamanda dilin insan için taşıdığı anlamı da önemli bir problem olarak ele alır. O halde dil, insan ve onun dünyadaki yeri bakımından nasıl bir anlam taşır?

İnsan, ancak dil ile varlık-dünyasının içine dalıyor;onun derinliklerinde yürüyor; varlık dünyasını ışığa çıkarıyor; bu ışığa çıkarılan varlık-dünyasının determinasyon noktalarını elde ediyor; bu şekilde o, kendisinden yoksun olunması düşünülemeyen bilginin türlü sferlerini elde ediyor ; ve bu bilgiye dayanarak bu dünyadaki hayatını düzenliyor. İnsan dile dayanan bu bilgi ile hem olumlu, hem olumsuz araçlar meydana getiriyor. Bunlar, hem onun hayatını zenginleştiriyorlar; onun hayatına hizmet ediyorlar, hayatı için yararlı oluyorlar.Dili olmasaydı insan bu gibi başarılardan yoksun kalacaktı. Nitekim bir dile sahip olmayan hayvan, bütün insan başarılarından yoksun kalıyor.Bu yüzden hayvan, kendi tekliği, sübjektif-sferi içine kapanıp kalıyor;ve başka hayvanlarla ortak bir sfer oluşturamıyor.Ancak doğanın kendisine verdiği olanaklardan içgüdüsel olarak yararlanıyor.

Halbuki insan, dili ile 'insanlar arası' ortak bir sfer, bir bilgi-sferi oluşturuyor; bilgiyi 'insanlar arası' bir kurum haline getiriyor.Onun tarihte gösterdiği ilerleme ve gelişme, ancak bilgi denilen bu ortak kurum sayesinde gerçekleşiyor. Dil ile insan kosmosun en uzak olan cisimleriyle ilişki kurabiliyor, onun sonsuz boyutlarına dalıyor;onun güzelliğini ya da korkunçluğunu tadıyor; bu şekilde en uzak şeyler bile, dil ile insanın en yakını olabiliyor.

Fakat dil yalnız insanın kendisiyle, başka varlık-sferleri arasında bir bağ kurmak, onlarla hesaplaşmak, onlardan yararlanmak, onlardan zarar görmek, onlarla kendisi arasında birleştirici bağlar kurmakla kalmıyor;aynı zamanda insanla insan arasında iletişimsel bir bağ da sağlıyor.İnsan ,ancak dil ile başka insanlarla anlaşabiliyor ya da anlaşamadığını görüyor.Birbirini anlama veya anlamama da dilin özel bir başarısıdır.


II.


Dil olmadan insan, sübjektif-sferine kapanıp kalacak ve dışarıya açılma olanağına sahip olmayacaktı.Dilin bu önemli işlevi, insanın başka bir insana 'içini dökmesi'nde kendini 'boşaltma'sını ve böylece yükünü hafifletmesini sağlar.Bugünkü biyo-psişik yapıda olan bu varlığın başka türlü hayatta kalmasına olanak kalmazdı.Bu, dilin varlık yapısındaki 'Bildirme' işleviyle gerçekleşiyor.İnsanın sübjektif-sferini, başkalarına 'bildirmesi' ve iç dünyasını sözlü ya da yazılı olarak saptaması, dilin en önemli başarılarından birisidir.Bu 'bildirme' ile insan kendi sferini aşıyor; kendi dünyasının başka insanların sübjektif dünyasına katılmasını sağlıyor.Bu, ona yardım ediyor; özellikle insanın üzüntü ve sıkıntılarının hafiflemesine yarıyor;bazı hallerde de çatışmaların anlaşmazlıkların doğmasına neden oluyor.
Dilin en önemli foksiyonlarından birisi de saptama işlevidir. Çünkü ancak dil, düşünülen ve görüleni saptayabiliyor;ve bunun kuşaktan kuşağa aktarılmasına hizmet ediyor.Böylece bir kuşağın başarılarından bir sonrakinin ya da çok sonraları gelen kuşakların yararlanması sağlanıyor.İnsan bilgisi ve 'deneyimi', dilin sözlü yazılı olarak saptama fonksiyonu olmadan kuşaktan kuşağa geçemeyecek ve insan da tarihsel bir varlık olmayacaktı; her kuşak, ancak kendi zamanı içine kapanıp kalan bir varlık şekline sahip olacaktı. Bundan başka insan düşünmesi ile öteki aktlarının ürünü olan bilgi ve sanat da hiç ilerlemeyecekti. Her kuşağın bilgisi ve sanatı kendisi ile birlikte gömülecekti. Ancak dilin saptama işlevi ile insanların buluşları yaratmaları birbirine katılıyor.

Dilin saptama işlevi olmasaydı, insanın varlık-yapısında çok önemli eksikliklerle karşılaşacaktık ; fakat dilin kendisi olmasaydı, insan, bilim, felsefe ve sanattan yoksun kalacaktı.Fakat dil, bu alanların bir aracı değil, onların temelidir.Çünkü düşünme ve görme, adlandırma ve bunun değişik şekilleri ancak dille ortaya çıkıyor.Dilsiz, düşünme ve görme, görüleni ve düşünüleni saklama olanağı olmayacaktır.Böyle bir durumla hayvanlar dünyasında karşılaşıyoruz Hatta dili olmasaydı, insanın biyo-psişik yapısının bile değişik olması gerekecekti.

İnançlar-sferi de ancak dil sayesinde ortak bir alan oluyor.Çünkü inanç alanında, dilin, konuşmanın insanlar üzerinde büyük bir etkisi vardır.Mistik bir sferden gücünü alarak 'kalp'ten gelen kelimeler, yine onların anlamlarını duyabilecek 'kalp'lere seslenirler; onlarda olası olan etkiyi yaparlar;ya da hiç etkilemezler.İnanma ve inandırılma gibi bütün fenomenler dilin ürünüdürler.

Dil ile meydana gelen konuşma da insan hayatında büyük bir rol oynar.Konuşma, iki ya da daha çok insanın bulunmasına bağlıdır.Fakat, düşünen insan da, kendi kendisiyle konuşur.Konuşmanın varolması, susmanın, konuşmamanın, insan için bir anlam taşımasını sağlıyor.Eğer dil ve konuşma olmasaydı, susma, konuşmak istememe hiçbir anlam taşımazdı.Çünkü susabilme, tıpkı konuşma gibi, insanın varlık yapısı ile, özüyle ilgili bir fenomendir.Max Scheler, susmayı bir 'öz' fenomeni olarak görür.Konuşmayan, dili olmayan hayvanın susmasından söz edilemez; onun susması, hiçbir anlam taşımaz.İmdi konuşma ile onun karşıtı olan susma, ancak dilin bulunduğu bir yerde bir anlam taşıyabilir.Bu nedenle, susma, ancak insan, yani konuşan bir varlık için bir anlam ve önem kazanıyor.


III.

Dilin birbirine karşıt iki işlevi daha vardır: Dil, bir yandan insanın kendisini, iç hayatını, yaptıklarını, ettiklerini, niyetlerini olduğu gibi bildirmesini sağlar.Öte yandan insanın kendisini saklamasına, gizlemesine, yaptıklarını ettiklerini, niyetlerini başka şekilde göstermesine olanak sağlar.İnsanın burada ne dereceye kadar başarılı olacağı ya da olamayacağı, bilgi psikolojisini ve bilgi teorisini ilgilendirir.Bu iki durumdan birine yalancılık, ötekine de doğruluk diyebileceğimiz için de, başka bir bakımdan ethiği ilgilendirir.Dil felsefesi için bu fenomenleri göstermek yeterlidir.
Fakat dilin bu iki işlevi hayatta önemli roller oynar.Bu sayede demagog, yalancı dilediği gibi konuşur, dilediği gibi olayları, fenomenleri değiştirerek, kendi niyetlerini maskelemeye çalışır; dürüst insan da olup bitenleri, niyetlerini olduğu gibi anlatır. Dürüstlük ve yalancılık gibi birbirine karşıt iki fenomen ortaya çıkar.

Bundan anlaşılıyor ki, dilin anlatımları hiçbir zaman onun taşıyıcısı olan insanın değer-duygusuna, değer determinasyonuna karşı ilgisiz kalamaz. Dilin objektif olduğu, koşulsuz objektif kaldığı yer, bilim alanıdır.Burada sübjektiflik er-geç iflas etmek zorundadır.

BEHRAM XALID
5 Kasım 2007
behramxalid@gmail.com

10/26/2007


TOTALİTARİZMİN TEMELLERİ


Akıllı ve asil kişiler, yaptıkları iyilik için karşılık beklemezler. İyiler arasında arkadaşlık çabuk kurulur, güç bozulur. Örneğin altın sürahi kolay kolay kırılmaz; çatlar veya kırılırsa da çabucak eski haline getirilebilinir ya da hemen onarılır. Oysa kötüler arasındaki dostluk çok çabuk bozulabilir, düzelmesi ise uzun sürer. Tıpkı toprak testi gibi; küçük bir darbeyle hemen kırılır, onarılması ise olanaksızdır. (Kelile ve Dimne)


Yirminci yüzyıl bir bakıma kitlesel politik cinayetlerin yüzyılıdır. Hitler ve Stalin’nin kurumlaştırdıkları kitlesel cinayet makinası, geride milyonlarca kurbanı bırakarak, tarih sahnesinden çekildiler. 1951 yılında ilk defa, Hannah Arendt’in (1906-1975), The Origins of Totalitarianism (Totalitarizmin Temelleri) adlı eseri; Alman nasyonal-sosyalizmi, sovyet komünizmi ile karşılaştıran çalışması yayınlanır. Bu çalışmada Arendt, totalitarizm kavramıyla temel olarak ifade etmek istediği; her iki sistemin kendi karşıtlarını yok etmek için sınırsızca uyguladıkları şiddetin amaç, metodlarının öngördüğü ve hedeflediği “yeni bir toplum modeli” özünde aynı idi. Biri saf Alman halk toplumunun yaratılmasını hedeflerken diğeri ise, sınıfsız bir toplumu hedefliyordu.

Bu iki anlayış arasındaki yıkıcı motif ve idealizm, yazara göre, modern endüstri çağının tipik bir sonucuydu. Ayrıca Arendt, yirminci yüzyılda, endüstri devriminin yükselişi, ve bu endüstriyel düşüncenin kitlelerin güvenilir değerler sistemlerinin, toplumsal kurum ve ilişkilerin üzerinde büyük etkisinin olduğunu belirtir. Bu automatize olmuş toplum, köksüz ve başı boş bir kitleyi yarattı. Birinci dünya savaşı bu, başı boş ve köksüz kitlererin yasadışı davranış ve gödülerinin altındaki ruhsal kaynaklardan yükseldi.

Gerek sovyet ve gerekse nasyonal-sosyalist elitler, tüm yaptıklarının gerekçesi, bu ruhsal zemindeki insanlara yeni bir ideoloji, yeni bir toplum ve yeni bir insan tipini yaratmak için gösteriliyordu. Öyleki kendisini tarihsel bir zorunluluğa dayandıran totalitarizm, gerek sol ve gerekse sağ aşırı variyantlarıyla, uyguladığı şiddet ve terörü sadece, haklı değil zorunlu olduğunu da vurguluyorlardı.

Bu çalışmasının yayınlamasıyla Arendt, o güne kadar konu hakkında en ciddi ve kapsamlı bir açıklamayı ifade ettiği gibi, bunun yanında Arendt, politik saldırı ve eleştirilerin de hedefi oldu. Sol yapıtını, soğuk savaş döneminin en kızışık anında (Kore savaşı) çıktığı için, Sovyetler birliğini Hitler’in cinayetleriyle bir tutmakla, karalamakla eleştirdi. Sağ ise yapıtını, genel anlamda modern topluma yapılmış bir saldırı olarak nitelendirdi.

Totalitarizmin temelleri adli eser sadece, çok yönlü ve zengin bir bilgiye dayanmıyor o, aynı zamanda Arendt’in kişisel yaşam tecrübelerinide ihtiva ediyor. Hannah Arendt, 14 ekim 1906 da, yahudi bir aileden, o zamanki tabiriyle Doğu-Prusya olarak ifade edilen, Almanya’nin Hannover yakınındaki Linden kasabasında dünyaya geldi. Hitler’in iktidarı 1933 de ele geçirmesi döneminde Almanya’dan kaçar. Önce Fransa’ya, ordanda Amerika’ya yerleşir. Bütün bu zaman diliminde Arendt, national-sosyalizmi açıklamaya dayanacak olan, The Origins of Totalitarianism eserinin ön hazırlıklarını yapar. En son 1947 de komünizm üzerine yazmayı kararlaştırır. Bütün bu zaman diliminde ki araştırma ve düşüncelerinin sonuncunda, yaşanan bu sistemli, kitlesel şiddet ve terörün, sadece bir Alman fenomeni olmadığının kanaatine varır.

Fakat duyguları, geldiği, doğup ve yetiştiği yerle hep çatışmalı oldu. 1924 Marburg da felsefe ögrencisi iken, Martin Heiddeger’den ders alır. Burada kısa bir dönemden sonra kendisiyle Heiddeger arasında, (Arendt onsekiz, Heiddeger otuzbeş yaşındadır) yaşamlarında çok yönlü iz bırakan bir aşk ilişkisi geçer. Arendt Almanya’dan kaçtıktan sonra, Heiddeger’in açık nasyonal-sosyalistlerin taraftarı olması ve dolayısiyle Hitler’in anti-musevi düşmanlığına ses davranışı onu, büyük hayal kırıklığına uğratır.

Buna rağmen yinede Arendt, savaş sonrasın da Heiddeger’i, Nietzsche’den bu yana en önemli filozof olarak tamınlar. Ayrıca Arendt, 1950 de Avrupa’ya geri döndüğünde yine Heiddeger’le görüşür. Burada açık olan bir husus Arendt’in, The origins of Totalitarianism adlı eserinin bölümlerini yazarken bile, toplumu total bir biçimde saran şiddetin feth edici yönünü, aydinlarin entellektüel dimağlarını büyüleyen gücünün arasında Heiddeger’i, düşünmüş olmasıdır.

Ne ki, Arendt’in hemem hemen tüm önemli çalışmalarında sıkça görülen temel disiplinlerin sınırlarının aşılmasıdır. Arendt, tarih’i açıklarken, ama aynı anda, felsefe ve sosyolojiyi de işler. Buna karşın literatür temel bir kaynakça olarak kullanır. Yeterince ilginç bir husus, bu konuya yakın içerikte yazılmış Arthur Koestler’in “Darkness at Noon” (Öğlen içindeki Gece) adlı romanı hakkında Arendt’in suskun kalmasıdır. 1940 yilların sonunda aynı içerikte olan bu eser, totalitarizm düşüncesi üzerine yazılmış belkide, The origins of Totalitarianism’den daha fazla bir etkiye sahiptir.

Koestler, “Öğlen içindeki Gece” adlı eserinin başrolündeki Rubasjov kişiliğinde totalitarist düşünce ile yoğrulmuş elit insanların psikolojik-ruhsal yapılarını derin bir analiz ile açıklamaya çalışır. Rubasjov, Stalin’in emriyle Bucharin’i ölüme mahkum ederken, aslından sovyet devriminin ve Lenin’nin eski bir mücadele arkadaşını, kurumlaşan sovyet diktatörlüğü için imha edildiğinin farkında olsa bile bunun, “tarihin şaşmaz zorunluluğundan dolayı” önemli olmadığını sanıyordu.

1938 de Bucharin göstermelik bir mahkemeyle idama mahkum edilir. Rubasjov, her ne kadar Bucharin’nin suçsuz olduğunu biliyor idiysede, parti emrinin yerine getirilmesini sağlıyabilmek ve bir bütün olarak komünizmin tarihsel zaferinin zorunluluğu için, Bucharin’nin ve herkesin, kendi kişisel vicdanlarından, kanaatlerinden dahi vazgeçmeleri gerektiğini temayül ediyordu. Bunun için Bucharin’e son söz veriliyordu.

Rubasjov, Bucharin’nin idama mahkum edilmesi, inançlarına, düşüncelerine ve o güne kadar insanlık için ideallerinden, geleceğe olan güvene etkisi olabileceğini biliyordu. Ama yinede sistem için bu “zorunluydu”. Bucharin’in idamından kısa bir dönemden sonra, görüldü ki, sistem, bireylerin özgür isteklerini kabul etmediği, onlardan sisteme kesin itikad isteyerek, insani kabiliyet ve değerlerin imhasına neden oluyordu.

Doğu Avrupalı-Musevi kökenli olan Koestler’in, “Öğlen içindeki Gece”, eseri, 1940 yılında Almanlar’ın Fransa’yı işgal ettikleri, ve kendisinin bir toplama kampında tutuklu bulunduğu bir dönemde yayınlanır. Bu dönemde Arendt’de Fransa’da tutuklanmış ve kısa bir dönem sonra serbest bırakılır ve Amerika’ya gider. Koestler, kitabının yayınlamasından hemen sonra İngiltere’ye yerleşir.

Fakat yine de önemli bir ayrıntı, Arendt’in onbir yıl sonra yayınlanacak olan The Origins of Totalitarianism adlı eserinde Koestler’den bahsetmemiş olmasıdır. Belkide Arendt’in bu tavrının altında belli bir politik mentaliteyt anlayışı yatıyordu. Eski komünist olan Koestler, soğuk savas döneminin hemen başında, CIA’nın maddi olarak desteklediği Congress For Cultural Freedom kurumunun bir üyesi olarak, anti-komünist bir yelpazeye geçmişti.

Buna rağmen Arendt Amerika’da bulunduğu dönemde senator McCarthy’in vahşice başlattığı anti-komünist tutuklamalara mesafeli durması, Koestler’in eseri konusundaki sesizliği ve özellikle soğuk savaş döneminin sonunda, totalitarizm toplumsal psikolojik boyutu üzerinde yeniden düşünmenin önemini ne gölgeliyor nede ordadan kaldırıyor…

BEHRAM XALID
26 Ekim 2007
behramxalid@gmail.com

10/20/2007


”YENİ BİR DÜNYA KURULUYOR” VE KÜRT’LER İÇİNDE YERİNİ ALIYOR.


”Dünyanın bütün karanlıkları bir araya gelse,
bir mumun ışığını söndüremez”


Kürdistan ayakta. Öyleki, zaman ve tarih sadece yaşayanları değil sanki, şehidleride diriltiyor. Yediden yetmişe Kürtler, özgür vatan toprakları için ölüme hazır olduklarını haykırıyorlar. Gencecik ve yaşlı çehreleriyle özgürlüğe koşan bu insanlar, ellerindeki pankantlarla, Türk millitarizmine adeta medeni bir demokrasi dersini veriyorlar. Kürt gençleri, kadınları, yaşlıları, yüzyıllık esaretin ve acının bir kader olmadığını, yarattıkları demokratik deneyimleriyle ve özgür duruşlarıyla bunu, dünyaya duyuruyorlar. Bütün dünya haber ajanslarında, Kürt’ler var. Artık dünya eski, gizli bir bildiri dünyası değil. Kürtler’de eski Kürt değildir. Onlarla dost olmak, onlarla bebaber yaşamayı öğrenmek, komşu olmak, herkesin yararına olacaği günler uzak değildir.

Göz bebeklerinden saçılan aşk, özgürlük ve yaşam sevinci, sanki yemyeşil ovalarına, güneşin zarif ve rengaren ışınlarına boyanmışcasına, tepelerine, topraklarına, sonsuzluk ruhunu tekrar katıyor. Bir heyecan, bir coşku sarıyor, bilinmiyen ve duyulmıyan dünyalara. Bilinmiyor mu, bu topraklar kerameti ve kutsiyetini nice bilginin sıcak aşına irfan ve bereket, mekanlarına hürmetle minder oldu. Kervanlarına, hanlarına ve yolcularna, yüksek ve erişilmez dağlarından süzülen zemzem suyu oldu. Bilinmeli ki, bu yaşlıların, kadınların ve çocukların huzurlu ve mutlu olduklarında zaferi, mahmur ve mahcup bir edayla, sevincini gizli yaşayan bir kuşağ, şafak sökümünde ölüme yattığını. Bilinmiyor mu, her zulmün kılıcını kullanan, aynı kılıçla öldürüldüğünü, ve “Kürdistan Bölgesi'ne ve tecrübesine herhangi bir müdahale karşısında, demokrasi deneyimimizi, milletimizin kerametini ve ülkemizin kudsiyetini savunmak için” her şeye hazırız diyenin gençliğinde saklı cevahiri.

Kulak verin artık, Kürt’lerle yaşamasını öğrenin. Kürt’lerin de bir ulus olmaktan kaynaklanan en az sizin kadar, demokratik haklarının olduğuna saygılı olun. Bu gidişle, Iran’dan da geri olmaya yöneldiğinizi görün.

Peki şimdi ne olacak?
Neden Türk devleti iki yüzbin askerini sınırda konuşlandırmakta?
Çünkü, ”güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiği müddetçe aya, güneşi tam görünen gündüze, aydınlığı örttüğü vakit geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu düzlük yapana, ruha ve onu güzel bir biçimde şekillendirene ” inanarak diyorum ki ; ”yeni bir dünya kuruluyor ” ve Kürtler içinde yerini alacaklar da ondan.

Türkler, güney Kürdistan bölgesi yönetiminin iradesine rağmen, işgal hareketine başlamaları halinde, kendilerinin hiç beklenmedikleri bir direniş ile karşılık alacaklarını, bütün bölgenin dengesinin değiseceğini, bölgesel ve küresel düzeyde yeni bir saflaşya sebebiyet vereceklerini çok iyi biliyorlar. ABD’ye, Arap dünyasına, Avrupa’ya, Çin’e, Rusya’ya ve Nato’ya rağmen T.C’nin güney Kürdistan’ı istilaya kalkışması demek, Osmanlı’dan kalan Anadolu yakasından ebediyen çekilmesi demektir. Bu sürecde giremezler, riskler kazançlardan çok daha fazladır.

Burada,İmrali sakinin alevlendirilen, propaganda amaçlı durumundan çok, Kandil’in askeri politik ufkunun nerede duracağı, kuzey Kürt hareketi açısından önemli. Türk ordu güçleri, Kandil’e havadan, yada karadan sınırlı, muhtelif nokta operasyonları yapabilir. Bu Irak merkezi hükümeti, ABD ve Kürt yönetiminin bilgisi dahilinde olma ihtimali büyük. Ancak, sıcak çatışmalar olsada, PKK’nin, askeri olarak bitirmeleri mümkün değildir. Kürdistan’da askeri olarak yenilmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Türk genel kurmayı bunu çok iyi biliyor. Kontrollü bir operasyon ise, iç politikada çıkarılan görültüyü kamufle etmeye matuf olacaktır.

Kısa vadede, Kandil’in önünde pek çok fazla alternatif yok. Türkiye’de demokratik bir geçiş yada olağanüstü bir durum olmadıği müddetçe Kandil, sömürgeci siyasetin iki sırtı keskin bıcakları arasında kan kaybederek tükenir. Yada kayıtsız ve şartsız güneydeki sürece katılırlar. Buradan uzun vadeli bir çıkış mümkün olabilir. Iran’la çatışarak uzun vadede ayakta kalmaları mümkün değildir. En ölumcül ve tehlikelisi, provakatif eylemlerle, Türk’lerin güneye müdahale zeminini sağlıyarak, Türk’lerin güneye büyük bir ordu ve logistik güç ile girmesini ve dünyaya Türk ordusunu güneye girme meşruiyetini sağlamak. Bu durumda PKK’nin, içindeki yurtsever kadrolara büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğü kanaatindeyim.

Bütün bu ihtimaller dahi, Federal Kürdistan yönetiminin meşru temellerden yükselmiş olan özgür anayasasından ve Irak federal anayasasından, kendilerine tanıdığı hak ve yükümlülüklerden kaynaklanan güç ve basireti ordadan kaldıracak hiç güçün olmadığını düşünüyorum.

Yinede bir istila hareketi, Türkiye’nin bindiği dalı kesmesi demek olur. Türkiye bunu göze alaması çok zor. Bölgesel güç olma yolunda hızla ilerleyen Iran faktörü var. Hazar çevresi, Kafkasya, Orta-Asya bölgesel güç dengelerin içideki, karşıt ve taraf olan güçler var. Türkiye bu alanda da kaybediyor. Iran aktif ve operasyonel güç dengelerine oturuyor. Türkiye’nin olası hareketini, şu ana kadar sadece, Suriye açık desteklendi. Suriye’nin ise bölgede demokratikleşmenin önünde ciddi bir çıbanbaşı olduğunu, devletler hukukuna aykırı bir biçimde bölgede, sistematik bir devlet terörünü, Arab-Israil çatışması ekseninde gelenekleştirerek, hem içerde hem dışarda politik suikastlerle terörürü yaydığı, tüm dünya biliyor. Suriye’nin açık kartıyla güney Kürdistan’ın işgali, Türkiye’nin sonu gelmez çalkantılara girmesine ve iç çatışmalarla enerjisini tüketir. Türkiye dönüşmünü, iç dimaniklerden çok diş dinamiklerin belirleyici olacağı bir sürece girer. Bu işi de, başkaları Türk’lere dikte ederek yapacakları, her halde Türk yöneticileri biliyordur.

Suriye, Türkiye ile olan sorunlarını çözebilmek için yıllarca, dünün Bekaa sakinine logistik ve maddi destek vererek, düşük yoğunluklu bir savaşın Kürdistan’da sürdürülmesini sağlamadı mı ? Binlerce köyün haritadan silinerek, milyonlarca insanın batıya göç etmesine, doğal toplumsal çevrelerinden koparılarak, yoksul, perişan olmalarına neden olmadı mı ? Bu insanların batıda toplumsal akibetleri ne oldu, hiç düşündünüz mü ? Binlerce insanın ölümüne, yüzbinlercesinin sakat kalmasına neden olan Suriye’nin kanli geçmişini, Kuzey Kıbrıs’ın tanınması karşılığında silmek doğru mu? Eğer T.C, gerçekten, kendi askerini seviyorduysa, Suriye’nin bu hasmane tavrından dolayı, ölmüş binlerce askerin, geride bıraktıkları ailelerine ne diyecektir ? Suriye’ye verilen harekat notası ile Türk ordusunun, güney Kurdistan’a saldırıya kalkışmasının şartları bir midir ? Güney Kürtler’i miydi size cenazeleri gönderen ?

Babasından kalma şark kurnazlığıyla, zalim ve terörist bir diktatörlük rejimini sürdüren Beşar Eshad’in, ABD ve İsrail ile olan ”sorunlarının” çözümü halinde yarin, size farklı davranmıyacağı ne malüm ? Kendi vatandaşlarının mahrem yerlerine kadar kontrol eden, bir diktatör, azınlik rejiminin, Avrupa değerler sistemiyle bütünleşmek istiyen bir ülkeyle, bu ülkenin vatandaşlarının barış ve refahi ile ne alakası olabilir? Başer Esad rejimi, ikiz kardeş olduğu Saddam Huseyin’nin Baas Nasyonal sosyalist rejiminden ne farkı var? Türk yönetici kesimi mutlaka bunları düşünmek zorundadır..


Türkiye ancak olağanüstü bir kriz anında, bölgesel ve küresel bir hesaplaşma ortamında güney Kürdistan’ı istila edebilir. Bu koşullar şu anda yok. Türk’lerin hazm edemedikleri, karşısında çaresizce hiddetlendikleri aslında, PKK’nin saldırıları olmadığı biliniyor. En temel neden, meşruiyyettini kendisinden alan, Kerkük’ün statüsünü referandumla Federal Kürdistan bölge yönetimine bırakacak olan, demokratik federal bir Kürt devletinin, bölgede her yönüyle gelişmesidir. Irak federal bir devlet olarak hala ayakta. Türkiye, 2003’de ABD’nin Irak’a müdahalesi ortamında, ABD’ ile beraber Irak’a girme koşulları vardı. Şimdi ise Türk’ler açısından zaman çok geç. Buna kalkışmak her halukarda, anti demokratik gelişmelere yol açacağı ve toplumsal bir depreme neden olacagi hemen hemen herkes paylaşmakta.

Türkiye’nin saldırgan tavrının altında yatan ikici bir neden, kendi iç çıkmazları ve iç dengelerdeki iktidar çatışmasından kaynaklanan sorunlardır. Kemalist ve millitarist odaklar Türkiye’nin demokratikleşmesine müdahale etmek istiyorlar. Kemalizm artık, Türkler açısından dahi birleştirici fonksiyonunu yitirmiş durumdadır. Kemalist düşünce sistemi, sadece,Türkiye’nin tarinsel,sosyal, kültürel ve siyasal gerçekleriyle çelişmiyor, o, aynı zamanda, dünyanin bugünkü gidişatına da uymadığı anlaşılmak istenilmiyor. Kemalizmin restorasyonuna dayanan toplumsal projeler ve visyonlarda sağlıklı olamıyacakları ise ortada.

AKP’nin temsil ettigi toplumsal hareketin çok nazik dengeler üzerinde, siyasal iktidarın toplumsal temellerini genişletmeye çalıştığı belliydi. Yine belli olan, Türkiye’nin, liberal ve demokratik gelişmesi acısından, Orta Doğu’daki bir çok İslam ülkesinden farklı olduğuydu. Kemalist milliyetçiliğin yapamadiğını yapmaya çalışan AKP’nin, Tezkereye onay veren yaklaşımı, bu iç iktidar dengelerindeki kaymaların mümkün ve muhtemel olabileceğini gösteriyor. Kürtler acısından her halukarda, iktidar ilişkilerin saflaşması, netleşmesi elzemdir.

Ne var ki, Türk modernleşmesinin itici güçleri bu gün, siyasal ifadesini İslami muhafazakar AKP de buldu. Bözülmüş sol, bırak anti kapitalist mücadelede, varoşlarin toplumsal ve zihinsel sefaletinden, toplumsal bir güç çıkarmayı onlar, devletin ideolojik mekanizmaları arasında ancak, Kürdistan’dan milletvekili marifetiyle sömürge çocuklarına, sömürgeci -Türki şovlar yaptılar. Oysa, İslami kimliğiyle AKP, istenilen düzeyde olmasada, ekonomiyi, hukuku, toplumsal kurumları kısacası sistemi, Avrupa normlarına göre reforme etmeye çalışıyordu. Kemalist’lerin, anti-Kürt, ırkçi ve milliyetçi söylemleri, olan “vatan elden gidiyor”, “vatan, millet, sakarya” dan ayrı, Liberal-muhafazakar kesimin, Kürt’lere daha temkinli yaklaşımları, liberal ekonomiyi teşvik eden, rekabetten yana, uluslararası sermayeye açık, Avrupa ile entegrasyona hız veren, yatırım ve üretime yönelen yanlarıyla, demokratik özgürlükler için önemli bir süreçte oldukları açık görülüyordu .

Bu yanıyla, son süreçte, değişimlerin temel motoru İslamcılar oldular, Kemalistler değil. Kemalist elit ise, ittihat ve terakiden kalma yöntemlerle, toplumun demokrasi ve özgürlük taleplerini provakasyon ve gizli müdahalerle, süreçe hala ayak direttiyorlar.Türk ordusunun güney Kürdistan’i istilası halinde, bu değişim sürecinin kapanacağı.herkese ayandır.
Bu gerçekleri, İslami kesim ve AKP’nin siyasal kadroları kendi demokratik meşruiyyetleri açısından idrak etmek zorundadırlar.

Ayrica şu bilinmeli ki,Türk moderleşmesinde ”din ruhunun ” ,”özgürlük ve demokrasi ruhu” ile birleştiği bu anda, dinsellik bir ayrıcalık olarak, ancak toplumun demokratik özgürlüklerini teşvik ettigi, bunu geliştiren ve bunun için modeller sunduğu oranda anlamlıdır. Aksi taktirde, bu dini ayricalık, demokratik dönüşümlere ölümcül bir tehdit içeren güçlerin ellerinde, tam anlamıyla topluma, bir karabasan gibi inen bir araç olmaktan öteye geçmiyeceği bilinmelidir…



BEHRAM XALID
berhamxalid@gmail.com
20 Ekim 2007

10/14/2007


DİL VE İKLİMİN RUHU



“Yeryüzü, hizmet eden taşıyıcıdır, çiçeğe boğulan meyveler verir, kayalıklar ve sular halinde yayılır, bitkiler ve hayvanlar olarak ortaya çıkar. Gökyüzü, Güneş’in arabasını sürdüğü yoldur, bir evreden diğerine geçen Ay’in yoludur, Yıldız’ların gezinen ışıltıları, Mevsimler ve değişimlerdir, Günün ışığı ve kararması, Gecenin karanlığı ve aydınlamasıdır, Havanın yumuşaklığı ve sertliği, Bulutların göçü ve mavileyen Esirin derinliğidir… Yer ve Gökyüzü, ilahi ve fani olan, aynı kökenin bir bütünüdürler”. ( Martin Heidegger)


“Birbirinizi seviniz, ancak, sevginizi zincirlemeyiniz. Sevginiz, ruhunuzun kıyıları arasında kıpırdayan bir deniz olsun”. (Halil Cibran)


Her ne kadar toplum ve doğa yasaları arasında ortak özellikler varsa da, insan bilimleri, bir çok konuda tabiat yasalarından ayrı ve faklı özellikler gösterdiğini biliyoruz. Metod, kapsam ve neden faklı olduklarına girmeden, günümüzdeki bilimsel dönüşümler ile toplumsal değişim arasındaki fark ve ters orantıyı mukayese etmek dahi, bu farklılığın neler olabileceği konusunda bize, belli bir fikir verebileceği kanaatindeyim.


Ve daha, Kemalist sömürgeciliğin kürt milletinin sinesinde, paslı bir hancer gibi duran, ulusal kimyamızda açığı onulmaz yaraların iyileştirmeye çalışacağımız uzun yıllar var kürtlerin önünde. Insanlarımızın gerçekten mutlu ve özgürleşmesine engel olan bu sistem, dünyanın ekolojik dengesini bozan, iklimin değişmesine neden olan ve sermayenin aç gözlülüğünden daha tahripkar, daha ölümcül ve daha toplu bir imha etkisine sahip… Vatanımızda savaş devam ediyor.


Çünkü, bu sistem Kürdistan’ın fiziki, doğal, ulusal, toplumsal, kültürel, ailesel ve insani yapısını bozmakla, değiştirmekle kalmıyor o, aynı zamanda kürt olan ne varsa, her yerde, beyinlerde, ilişkilerde, toplumsal dokuda, dilde, toprakta, benlikte en önemlisi ruhda lanetli bir mikrop gibi, her şeyi tahrip eden, değiştiren ve öldüren bir özelliğe sahip. Kendi, korku ve saldırganlığının altında hızla gelişen bir kürt düşmanlığı sendromu, kürt’lerde de ise, sorunun çözümsüzlüğünden dolayı kuşaktan kuşağa aktarılan, toplumsal bir trauma hasıl olmustur. Herkesi artik tedirgin etmektedir.


Bu sistem kendi refahını, ilerlemesini ölü vücudlar ve akıttığı kan üzerine inşa etmiştir. Bu, kürtler için en az dünyanın iklim dengesini bozan CO2- koldioksit kadar tahribkardır. Kürt toplumunun bütün canlı hücrelerini içerden kemiren bir kanser gibidir. Nihayetinde, dünyada koldioksit oranının yükselmesi, insanın doğal çevresinin bozulmasına, iklim değişimine ve doğal affetlerin oluşmasına sebebiyet vermektedir.


Oysa, Türk sömügeciliğinin kürdistan’da yarattığı tahribatlar ise, çok daha derin, onarılması çok daha zor ve çok daha ince yöntemler içerdiğini, dolayısıyla bu sistem, kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmiyen, kendisi gibi konuşmayan ve kendisi gibi yaşamıyan insanların hem, fiziki ve hem de, manevi dünyalarını tahrip eden bir sistem olduğunu, kürtleri mutsuz ettiğini ve yaşamlarını anlamsızlaştıran bir kabus olduğunu, her geçen gün daha iyi görülüyor. Sistem, kürtlerin mutsuzluğu üzerinden artık yürüyemediği de ortada. Kendi “vatandaşını” mutlu edemiyen bir sistemin, kendisininde mutlu olamıyacağı gerçeği, gelinen yerde belli olmuyormu?
Babasının ‘vasiyetine uyarak tabiatın korunması’ mücadelesini veren, Atlantik okyanusunun öbür ucundaki dünyada, Nobele layik görülen Al Gore, global eco-sistemle ilgili önemli açıklamalar yaptı.


Sempatik, babacan davranışlarıyla sanki, “Diyarbekir eşrafindan biriymiş gibi ve Dagkapı markalı kovboy kundurası ile” Al Gore, iklim değişimi konusunda bilgi sağlamak ve bunu mümkün olduğunca yaygınlaştırmak için büyük çabasindan dolayi bu yılki ödüle layik görüldü. Gore'nın hazırladığı An Inconvenient Truth (Uygunsuz Gerçek) adlı belgesel tüm dünyada gösterildi. Bu film, aynı zamanda bu yıl en iyi belgesel dalında Oscar'a da layık bulundu. Kendisini kutlamak gerekir. Bu, çevrenin korunmasına yönelik çabalar için verilen ikinci Nobel ödülü dür. Ayrica, 2004 yılında da Kenyalı çevreci Wangari Maathai ödüle layık bulunmuştu.


BM bünyesindeki Uluslararası İklim Değişimi Kurulu (IPCC), iklim değişimi ile mücadele araştırmalarının başını çekiyor. Oysa ayni Birleşmiş Milletler kürtlerin köleliğine dayanan devletler hukukunu gözetleyerek, kürtlerin uğradığı katliam ve zulümlere seyirci kalabiliyor. Nerdeyse yüzyıldır kürt dilini, kültürünü tırpanlayan Türkiye Cumhuriyeti devletinin beyaz katliamlarına sessiz kalabiliyor. Bu durum kürtler acısından kabul edilemez olduğu anlaşılmak zorundadır.


Bu konuda, en verimli çağını kürtçe’nin gelişmesine, bu insani, toplumsal ve kültürel değerlerin, yok olmaması için, bilinçli bir çabayla uğraş veren, kendi deyimiyle, “kürtlerin ruhunu diriltmeye çalışıyorum”, diyen Mehmet Uzun’u, burada rahmetle anıyorum. O, kürtler için en az Al Gore kadar değerli eserler geride bıraktı, sanki, “biz hiçiz, aradığımızsa her şey”, dercesine kürtler, onu genç yaşta kaybetmenin acısını yaşıyorlar.


Mehmet Uzun dilin, insanın nice araçlarından yanlızca biri olmadığını; tersine varolanın açıklığında, yer alma olanağını, ancak dil bağışladığını, ancak dil olan yerde dünyanın var olabileceğini, yani, sevginin, aşkin, özgürlüğün, üretimin, eylem ve sorumluluğun ancak, bununla var olabileceğini ve dil ile anlam ifade ettiğinin bilincine varmıştı. O, kürtçe ile bir dünya kurdu ve zor olanı yapmaya çalıştı. Sanki, “Mars gezegenine ulaşmak, insanın kendi kendine ulaşmasından daha kolay olduğunu” söyler gibi o, kürt dilinin, ruhsal çekirdeğini, benlik sürecinin iç merkeziyle olan bağının kaynaklık ettiği, kürt kültürel iklimini, bir botanikçi gibi, bir seyyah gibi, uzun yillar üzerinde çalıştı. Bir edebiyatçı olarak o, sadece gerçekle yetinen biri değildi.


O, bütün var olanlara ait olmaya tanıklık, tarih olarak gerçekleştiğini biliyordu. Tarihin mümkün olabilmesi için de, dilin mülklerin en değerlisi olduğunu eserleriyle, tekrar kürtlere geri verdi.
Mehmet Uzun, kürtlerin ruhunu arıyordu. Halkının dilini, ne için ve nasıl diriltilmesine çabalıyordu. En önemlisi o, kürt mitolojisinden hareketle, kürt insanın ruhunun labirent patikalarıyle, erişilmez zirveleriyle, karanlık ve geçilmez vadileriyle, yaylalarıyla, mevsimleriyle, aci, sevinc ve kederleriyle bağlar kurabildi. Bütün bunları kürtçe ile en güzel en latif en şirin bir biçimde sunabildi. Sen, en “tehlikeli” ve en değerli mülkün sahibi, en mahsum ugraşın cefakarı, yerin cennet, ruhun şad olsun.


Oysa, her zaman ölüm bizimle, yani başımızda duruyor.“Xwedê kengê wê, êmanetê xwe ji me bistine em nizanin” (Allah emanetini bizden ne zaman alacağını bilmeyiz). Önemli olan ondan, ne zaman kaçıp kurtulmamız değil, inandığımız inançlarımız için elimizden gelenin azamisini yapıp yapmadığımızdır. Eğer en başta bir amacın hizmetkarı değilsek, aşkın, hakkın, adaletin ve özgürlüğün sevdalısı değilsek, yer yüzünde bir hiçiz demektir.


Behram Xalıd
14 Ekim 2007
behramxalid@gmail.com

10/07/2007


ŞARTLARIN EŞİTLİĞİ


Soğuk delhizlere dalan dalgıçların sudaki ritmine, derinlerde beliren hava tomurcuklarının bir şeyler işaret eden kabartıcıklarından daha hareketli, daha alevli, daha sıcak bir belirsizliğe doğru mevsim ilerlerken, ateşli lavlarıyla volkan, belkide kristal keskinliğinde bir hesaplasmaya, bilinmiyen bir mekana bizi çeker gibi, ana topraklarımızda zalim, lanetli bir depremin habercisi olarak cesetler yerlere dökülüyor. İçerden ve dışardan yere serilen gencecik fidanlar yine kürtler. Siz bakmayın söylelenere, bu topraklar suskun, acılarımız büyüyor ve gözler dehşet içindedir. Bu paradoxsal cephelerede kürtler öldürülüyor. Kürdistan içerden kuşatılmak isteniyor.


Bütün bu olumsuz koşullara rağmen, rüşeym halinde büyüyen ve gelişen Güney Kürdistan’daki özgür topraklar, kendine has özellikleriyle, çok önemli bir dönemden geçmektedir. Eğer kürtler özgür bir toprak parçasını istiyorlarsa, işte orasıdır. Demokrasi ve özgürlük ordadır. Eksik ve aksaklıklarına rağmen kendi kendisini yöneten bir demokrasimiz vardir.


Bu gün kürtlerin en büyük ve en caydırıcı güçleri ulusal ve toplumsal projelerinin dayandığı esaslardir. Bu esaslar demokrasidir, insan haklarıdır, eşitlik, iş ve özgürlüktür. Bu kanli coğrafyada bunlar yerli yerine oturduğunda, işte o zaman Kürdistan bir yidiz gibi bölgede parlayacaktır. Bu anlamda şartlar eşittir diyebiliriz.


Pericles, M.Ö. 431 yılında, yirmiyedi sene süren Atina ve Sparta iç savaşında ölenlerin mezarları başında şöyle diyordu: “Hiç bir kurumun yada geleneğin devamı olmıyan bir devlet biçimimiz vardır. Daha çok bize özgü olan bu biçim, başkalarına da örnek olabilir. Bunun adı demokrasidir. Bundan dolayı bizde devlet işlerine katılım ve söz söyleme hakkı bir azınlığın hakkından çok, tüm toplumun hakkı olarak uygulanır.Tüm özel ve toplumsal çelişkilerde insanlar, hukuk karşısında eşittirler. Kamu düzeni kadar kişinin, kendi yaşamıda önemlidir. Fakirlikten dolayı hiç kimse hakir görülemez. Toplumsal olanaklar herkese sunulur. Biz özgür yaşayan vatandaşlar olarak, günlük hayatımızda birbirimize karşı köstekleyici davranışlarda bulunamayız. Hak ve ödevlerimizi belirleyen yasalarımız var. Aksi durumda ortaya çıkan olaylar yasal kovuşturmaya uğramakla kalmıyor, aynı zamanda acı veren durumlara sebebiyette vermektedir…Ayrıca biz düşmanlarımızdan askeri metodlar ve disiplin bakımından da ayrıyız. Biz herkesin içinde yaşıyabileceği bir devlette, asla yabancıları dışarıya atmayız. Düşmanlarımızın onları bize karşı harekete geçirmelerine olanak vermeyiz.[1]


Yunan’lılar Pers’lere karşı verdikleri ağır bağımsızlık mücadelesi koşuları içinde demokrasi doğdu. Bu ayni zamanda özgürlügün ve insanın derin anlamının idrak edilmesini de sağladı. Atina ve Sparta ayrılığını ortadan kaldırdı. Tarih, Achilles’in ideallerini bir aşk tutkusunda inşa etti.
Daha sonralar, Avrupa’da hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış, demokrasi ve toplumsal hareketler üzerine araştırmalar yapan önemli iki otorite var. Biri F.Engels diğeri Alexis de Tocqueville. Avrupa’da sosyalist bir devrimin öngörüsünde bulunan Engels tarihsel olarak yanıldı. 1835 de ilk bölümü yayınlanan ” Amerika’daki demokrasi üzerine “ adlı eseri ile Tocqueville, 19. yüzyılın en önemli devlet ve demokrasi teorisyeni olarak önemini koruduğu gibi, hala çağından öncesine ışık tutan önemli tespitler yapmıştır. Tarih Engels’i değil Tocqueville’yi doğruladı.


Bizi burada ilgilendiren yere gelelim ve ona bakalım. Tocqueville eserinin ilk başında şöyle der, “ Amerika’da bulunduğum esnada, dikkatimi çeken yeni meselelerden hiçbiri, beni, şartlarin eşitliği (toplumsal ve bireysel özgürlükler anlamında) kadar şaşırtmadı. Bu vakianın toplumun gidişi üzerindeki muazzam tesirini kolayca farkettim: halkın düşüncelerine belli bir istikamet veren; kanunların belli bir tarzda çıkmasını sağlayan; idare edenlere yeni formüller, idare edilenlerede hususi alışkanlıklar kazandıran hep oydu. Çok geçmeden aynı vakianın, tesirini kanunların ve siyasi adetlerin çok ötesine kadar yaydığını ve sivil hayattaki nüfuzunun devlet hayatındakinden daha az olmadığını anladım.”[2]


Bu gün, Kürdistan’da yüzyıllardan beri süren bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan bir oluşum vardır. Kürtler özgür topraklarda kendi, demokrasilerinin ilk tecrübesini yaşıyorlar. Küzey Kürdistan ise, sömürgeci kemalist statukocular ile değişim ve toplumsal reformlar yapmak isteyen güçler arasidan, toplumsal nefesi tıkanmış, amacsiz, kör bir şiddet altında, enerjisi tüketilmek istenen bir toplum haline getiriliyor.


Umut, bu statukonun parçalanmasını isteyen kesimlerin çok boyutlu, tavizsiz mücadelelerinden geçiyor. Kürtler açısından şartlar eşittir. Çünkü kürtler, özgürlük ve demokrasiyi isteyen kesim olarak her türlü değişime açıktırlar. Uluslararasi konjüktür hala kürtlerden yana. Berlin duvarının yıkılmasından bu yana seneler geçmesine rağmen Türkiye, kendisinin muhtaç olduğu değişim ve dönüşümü yapamıyor, hala doğum sancıları geçirerek bir türlü açık bir topluma doğru zor ilerliyor. Donmuş ideolojik sistemlerini başkalarına dayatarak, eski ölmüş kamu vicdanını kemalist reflekslerle kotaracaklarını sanıyorlar. Türk kemalist erkinin her halükarda zorlandığı bir dömeme giriyoruz. Şemdinli, Beytulşebab katliamları, PKK’nın ajanlar kampanyası, bütün bu tablonun birer parçalarıdır.


Kürtler büyük düşünüp, kendi bölgelerinde görevlerine sarılmak durumunda olmalılar. Kürt cephesi bu durumun ciddiyetini kavramak ve bu konjüktürün hayati önemini idrak etmelidir. Bu durumunda, şarların eşit oduğu gerçeği, toplumsal dönüşümde bir sır gibi saklı olduğu bilinmelidir.


Tocqueville ile devan edelim; “ şartların eşitliğinin tedrici gelişimi, şu halde, ilahi bir oluşun belli başlı özelliklerini taşımaktadır : evrenseldir, devamlıdır, insanın önliyebileceği birşey değildir, bütün insanlar ve bütün hadiseler gelişmesine yardım etmektedir.”[3]


Gelinen yerde kürtler, yarattıklari değerlerle, toplumsal projeleriyle kazanabilirler. Bu tarihin her halka verdiği bir şey, önceden tayin edilmeyen koşullarda gerçekleşmektedir. Gerçi bu topraklar, belli bir ölçüde eskidende kendi içinde demokrasiyi yaşamıştır. Örneğin 20. yüzyılın başında Şeyh Abdulsselam önderliğinde yapılan reformlar. Bu ulusal önderin o günkü koşullarda toplumsal referanslarını gözlemlemek için yaptığı reformlara göz atmakta yarar var:


“1- Mülkiyetin ortadan kaldırılması, 2- Toprakların çiftçilere dağıtılması, 3- Başlık parası ve zorla yapılan evliliklere son verilmesi, 4- Sosyal ilişkilerin adalet ve eşitlik esasına göre düzenlenmesi, 5- Her köyde bir mescidin kurulması, bu mescidlerin dini fazların eda edilme yerleri olmalarının yanı sıra, sosyal merkezler, istisare yerleri ve köylüler arasındaki ihtilafların çözüm yeri olarak kullanılması, 6- Köy meselelerini her yönden ele alıp çözümlemek üzere her köyde bir konseyin kurulması, 7- Her aşiretten silahlı güçlerin oluşturulması ve bunların başına sorumlu kişilerin tayin edilmesi… Barzanilerin siyasal mücadelelerini yirminci yüzyılın başlarına ve özellikle Şeyh Abdusselam Barzani dönemine dayandığını söyliyebiliriz”[4]


İşte insanları zihinsel ve toplumsal sefaletten çıkaran, bu coşku, bu toplumsal heyecan, bu ulusal mobilizasyondur. Budur insanları özgür, eşit ve üretken kılan. Şartların eşitliği dinamiği ve ruhu, yerel, bölgesel ve ulusal boyutta, hala insanları en çok kendi gelecekleri için her alanda harekete geçiren en büyük temel toplumsal etkendir.


Behram Xalid
behramxalid@gmail.com

7 Ekim 2007


Kaynakca:


[1]J.S Rusten, Thucydides, The Peloponneian War. Book II, Cambridge Greek & Latin Classics, Cambridge 1989.
[2] Alexis de Tocqueville, yenilik basimevi, Istanbul 1962, s. 1
[3] a.g.e., s.4
[4] M. Barzani, Barzani ve Kürt ulusal ozgurluk hareketi, Doz ya. 2005 s., 25

9/29/2007


Emin Maalouf ve Sonbahar



“Her mevsim değişikliğinde dağlar, ağaçlar ve ırmaklar farklı bir görünüm kazanır. Aynı şekilde insanın da deneyim ve duyguları, yaşının ilerlemesiyle orantılı olarak değişir. Her kışın gönlünde bir baharın kıpırdanışı ve her karanlık gecenin örtüsünde bir gün doğumunun tebessümü vardır” (Halil Cibran)

“Yedi şey insanı helâk eder: onur olmadan siyaset, vicdan olmadan lezzet, emek olmadan para, değer olmadan tanıma, ahlâk olmadan ticaret, insanlik olmadan bilgi, fedekarlık olmadan ibadet.” (Mahatma Gandhi)





Güneş, sonbahar yanlızlığını delen, berak ve yakûdi ışınlarıyla yavaş yavaş, yere düşen ağaç yapraklarında, gizemini saklarcasına, o kocaman ağaçların silületlerini ortaya çıkatırken, kurumuş, rengareng, turuncu yapraklarındaki yorgunluk, o gövdelerin, soğuk rüzgara ve kışa rağmen yeniden, hazırlanmaya koyulduklarının farkına varmayız.

Adeta güneş, o bedenlerden uzaklaşmış gibi, ışıklar daha uzak, daha zarif, daha açık ve daha hüzünlüdürler. Ama yine de o kocaman gövdeler, “sevgi dolu bir sözcük en soğuk günümde bile beni ısıtabilir” dercesine, ne “daha çok” ne de “daha az” kavramlarının, zaman ve mekana yayılmış ağırlığına aldırış etmiyor bile...
Belkide onlar, kaybolan bir şeyi bulmanın verdiği zevkle, o şeyin kendisinden daha değerli olduğunun huzuru içinde, yaşamlarını yeniden, yeniden örüyorlar.

İnsan çoğu zaman diken ekip gül dermek ister, ancak bu isteğimizin doğa yasalarına aykırı olduğunu düşünmeyiz. Bunun gibi, kendisini bilmiyen, bedenini de tanıyamaz, bedenini bilmiyen, çevresini tanıyamaz deyişinde oldugu gibi, Maalouf’ un, aktüel olan “ölümcül kimlikler” adlı eseri çevresinde, kamuoyunda oluşan bir kaç yanliş algılanmayı biraz farklı bir uslüpla, bu yazıda açıklamaya çalışacağım.

“Kainat insanin kabuğu, insan Kainat’in dilidir”, deyişinin okyanusda bir inci gibi, Yahudi, Hiristiyan ve Islam kültür mirasından süzülüp gelerek, bu birikimden beslenmiş olan Lübnan kökenli, Fransız yazar ve araştırmacı Amin Maalouf, “ölümcül kimlikler” adlı eseriyle, gerek “Batı” da ve gerekse “Doğu”da, Edwar Said’in “Orientalizm” adlı eserinden sonra, aydınları en fazla etkileyen eserlerden birisidir. Çünkü, “Batı” bu eserde “Doğu”nun sorunlarının açıklamasından çok, kendi toplumlarının iç ve çok-kültürlülükten kaynaklanan sorunlarının cevaplarını bu eserede bir bakıma “buldukları” için rağbet ediyorlar. Diğer yandan yazarın, temellendirdiği zengin kültürel-hümanist arkaplan, kaynak olarak el değmemiş kronikler, günümüzün sınırsız kültürel ilişkiler aği ve küresel boyuttaki değişimin kültürel çelişkileri, Maalouf’un bu eserlerini daha da cazip hale getirmektedir.

Burada hemen şu yanılgıya işaret ederek başlıyalım. Maalouf’un söz konusu eseri, etnik, kültürel, ulusal, bölgesel ve kişisel v.b. kimlikler ölümcüldür, bu kimlikleri atalım, kozmopolit yada üniversel kimlikleri edinelim varsayimdan hareket etmiyor. Tam tersine bu kimliklerin önünü tıkayan, gelişimlerini sekteye uğratan, özgür gelişimi elgelleyen koşulların, dayanılmaz atmosferinden dolayı insanların, her koşul altında kendi varlıklarının yegane temeli olarak algıladıkları, bu değişik kültürel biçimler içinde, kendi kimliklerini korumaya, kendi kökenlerine sarıldıklarını belirtir.

Maalouf, “içimizde her çeşit faklılıkta olanların, ayrımcılığa uğramaları, kuşatılıp izole olmaları, birbirileriyle savaşmaları, kimlik ve kişilik bulanımlarına girecekleri yerine, kendi kültürlerini geliştirebilecek, kendi kimliklerini başkalarıyla girdiği ilişkide, eşitliğin vazgeçilmez esası olarak kabul görecekleri koşullardan ”[1] söz eder.

Yazar, kendi kimliğiyle ilgili sorulan soruya şöyle cevap verir, “ ben benim, ben olduğum gibiyim, bir baskası değilim. Şu anda ben, iki sınır bölgesinin, iki ülkenin bulunduğu ve iki, üç dillin konuşulduğu, değişik kültürel gelenekler arasından gelen biriyin. Kimliğimi bunlar belirlemektedir. Yarı Fransız, yarı Lübnan’lı mı ? Kesinlikle hayır. Kimlik parçalara bölünmez. Bir parça o tarafta, bir parça bu tarafda olmaz. Kimlik bir bütündür. Dinamiktir. Benim pek çok kimliğim yok. Benim sadece bir kimliğim var ve bir çok alandan beslenmiş, herkeste ayrı belli bir dozajda olan, bende de o var. Bazen konuşmalarımın sonunda, bir bakarsın arkadan bir insan sırtıma elini vurup sesizce, “ siz haklısınız bu şekilde konuşmaya, ama gerçekten, kalbinizin derinliklerinden kendinizi ne görüyorsunuz”?

Bu durumda, dayanılmaz bir şekilde uzunca gülüyorum. Şimdi ise pek gülmüyorum. Çünkü bana öyle geliyorki insana böyle bir yaklaşım biçimi tehlikeleri bir yaklaşıdır. Ne zaman bana benim ne olduğumu, “ kalbinin derinliklerinden” sorulduğunda, bu bana herkeste doğuştan varolan, bir “ derin kalbten”, “derin hakikati” çagrıştırarak, benliğimizdeki bu “hakikatı kaderin” hiç deişmiyecekmiş gibi bir anlam yüklendiğini zannediyorum. Bu soru tarzında bana öyle geliyorki, yaşamımız, bireyselliğimiz, düşücelerimiz, kanaatlerimiz, önceliklerimiz, duygularımız, başkalarıyla olan birliktenliğimiz ve kısacası bir bütün olarak yaşamımız hesaba katılmadan tehayyül edilerek sorulmaktadır.”

Burada Maalouf, kültür kavramının temel açıklamasının yanında, kişinin kimlik yapılanmasında önde gelen, deney ve tercihlerinede yer verir. Burada ki temel soru şu, insan sadece kültür müdür ? Yoksa sosyal kültürel gerçekliği içinde, değişik yönelimsel değerler sistemi midir ?

Ne zanam gerçek kültürel temel ile kimlikler arasinda paradoxsal bir çelişki varsa, burada sağlıklı gelişimden, kimliklerin özgür gelişiminden bahsedilemez. İnsan kendisi özgür bir biçimde, kendisine hiç bir sorun olmadan kimlikler edinebilir. Fakat dayatmayla, zorla, comple asimilasyonla insan kimliğine yapilan müdahaleler sonu alınmaz psikolojik ve toplumsal hastalıklara sebeb olmaktadir.[2] Maalouf’un burada belirtmek istediği eğer, gerçek anlamda kimliklerin özgürce gelişim ortamları yoksa, o zaman bu kimlikler ölümcül altüst oluşlara sebebiyet veren dinamiklere gübredir. Bu ölümcül ortamı yaratan kimliklerin kendileri değildir. Kimlikleri bu duruma getiren, içinde yaşadıkları ölümcül koşullardır. Burada Diyarbekir zindanı bence önemli ve özgün bir örnektir.

Kendi yaşam öyküsünde görüldüğü gibi, değişik kültürel gelenekler ve ortamlar dahi Maalouf’un kişisel kimliğinin canli ve dinamik olan yönünü ortadan kaldırmamıştır. Lübnan’da dünyaya gelen Maalouf, çok değişik kültür ortamnda büyüdü. İlk öğrendiği dil Arabça, olmasına rağmen kendisi Hiristiyan bir aileden gelmektedir. Maalouf’un ataları Avrupa’nın Hiristiyan olmadan ve İslamiyetin Orta Dogu’da yayılmadan önce bölgede yaşamışlardır. Küçük Amin, Fransızca ağırlıklı Jezüitler okuluna gider. Diğer kardeşleri İngilizce okutulan protestan okullarına giderler. Bundan dolayıdırki insanlar ailesini, kardeşlerini New York, London yada Sydney den tanirlar. Örneğin kardeşi David Maalouf’da kendisi gibi, Avustralya literatürünü zenginleştiren önemli bir yazardir.

Elbetteki, insanların çabalarının altında geldikleri yer, eğitim, geçmiş deney ve tecrübeler olduğu kadar, bunların yanında acılar, sevgiler, aşklar ve ayrılıklarında büyük bir payı olduğu kanaatindeyin. Maalouf’un yaşamında bunların payının ne kadar olduğunu bilmiyorum ama eserlerindeki derinlik, bilgi ve ayrıntılar adeta cografyamızın güneşe bakan yüzünün en güzel bir biçimde resilimliyor gibidir.

Bu aynen sonbaharın ışık beraklığında, sevgi topraklarına her gün hayat ve ölüm dağıtan, serilmiş uzun yer sofralarının misafirelerini bekler gibi Maalouf, sabrı ve metaneti sonsuz sırrı içinde taşıyarak, ömrün sonbaharlarına hiç uğramıyacak güneş yüzlülerin, çocukça yaşam sevinclerini, ölümcül diyarlara savuranlara, cenet de cehenem de senin içindedir diyor..

Maalouf, yine de ölümcül acıların sonsuz olduğunda, kiyameti dahi isteyecek olursan eğer, bu güneş ışıklarıyla sevişen yağmurdan sonra parıldayan yeşilliğe, çocuğun hayata açılan mahmur gözlerden sacılan ışığı hiç unutma diyor.


Behram Xalid

29 Eylul 2007



[1] Maalouf, A. (1998) ‘Les identités meurtrières’. Paris: Bernard Grasset.

[2] Watzlawick, P. & Beavin, J.H. & Jackson, D.D.
Pragmatics of Human
Communications: A Study of interactional Patterns, Pathologies and Paradoxes. New York:
Norton, 1967.

9/22/2007

DURUŞ VE GÜNDEM ÜZERİNE


Türkiye’nin politik gündemini, ve özellikle Kürt’lerle ilgili boyutunu, Kürt’lerden ziyade Türk Genel kurmayı tarafından sürekli, sistemli ve biliçli bir biçimde “kaos” üretilerek yaratılğı iyi biliniyor. Bu gün için, Türkiye’de olan biten şeyin adını koymakta zorlananlar için çok basit bir örnek bile Türkiye’deki bu “kaosu” açıklamakta anahtar rol mahiyetindedir.

Birincisi, hemen hemen her avukat görüşmesinde Kürt’lerin ulusal mücadelelerinin geleneksel temellerine saldırarak Kürt’lere hakaret eden Öcalan’in açıklamaları. Ikincisi ise, Cumhuriyet’ten beri ve özellikle son 50 senelik Türk siyasal sisteminde, önemli toplumsal dalgalanmalara sebep olmuş, geleneksel İslami kesimin, bu gün gelinen yerde, bu kesimin evrimleşerek, global sermaye ile ilişki biçiminde kaynaklanan, kendine has özellikleriyle, Türkiye’nin bu günkü değişiminde oynadığı rol.

Türk devletinin anti-komünist ayağının tarihin çöplüğüne atılalı epey bir zaman geçti.Türk resmi sol-komünist söylemin, Kemalizden beslenerek, Türkiye’nin demokratikleşmesinde, liberal burzuvazi kadar dahi rol oynayamadıkları açık ortada. Bu devletçi solun, anti-Kürt özüyle, geldiği yere tekrar dönüp entegre olduğu da, ne hazin ordadadir. Dolayısiyle bu gün Türkiye’deki esas çatışma, Kemalist sistemin statukocu, militarist erki -Öcalan’da buna dahildir - ile, yerel ve gelenelsel özellikleriyle global-liberal sermaye ile bütünleşen dinamikler arasındadır.

Burada, her görüşmesinde Öcalan’in, neden Nakşibendilere saldırdığını, anlamak için çok fazla araştirmaya gerek yoktur. Generaller, AKP’nin hükümet ve cumhurbaşkanlığı almasını istemedikleri açık ortada olduğu bir dönemde, Öcalan’ın, Türk devletinin eskimiş, hurda ve paslanmış zırhı olan Kemalizme sarılması, doğal olarak bu hesaplaşmanın sonucudur. O, Kürt hareketini ideolojik olarak dumura uğratma, politik reflekslerini kırma, değişimi istemiyen statükocu güçlerin yaratmak istedikleri siyasal “kaos”u yaratma çabalarına taşeronluk yapmaktadir.

Buna rağmen Kürt’ler umutsuz ve seçeneksiz olamazlar. Bu koşullar ve zorluklar yaninda, süreç, yeni olanaklar ve ufuklar yaratmakta. Kürt’lerin haklı ve meşru haklarının mücadelesi, açık bir zeminde daha da güçlenmektedir.

Eski Yunan’lılarda sınır kavramı, bir şeyin bittiği yer olarak kavramlaştırılmamıştır. Onlarda sınır bir şeyin bittiği yer değil, başladığı yer olarak biliniyordu. Bir ulusun ruhu da aynen, insan ruhuna benzer. Siz fiziki olarak herşeyi ondan alabilirsiniz, ama ruhunu asla. Henüz insan ruhunu alabilecek bir alet bulunmadı ve bulunulmazda. Generaller ve Öcalan’da Kürt’lerden fiziki olarak pek çok şeyi alabilirler ve aldılarda. Ama bu ulusun ruhunu asla alamazlar. Bunu, benimde bilmediğim bir hakkikat-i sabittir.

Bu bağlamda, Türkiye’deki “değişimin” nedenlerinden biride, Öcalan’in “200 yıllık geçmişleri var” deyip saldırdığı, bir bakıma bu geleneksel ve yerel özellikleriyle, İslami söylemin ceberut Kemalizmle olan “hesaplasmasi” ve “çeliskişidir” diyebiliriz.

Oysa, devletin “görmediği” ama her ne “hikmet” ise, Öcalan’in gördüğü ve kadrolarını buna karşi, “yeni”görevlere çağırdığı, bunun ideolojik ve siyasal çerçevesini çizdiği olgu ise, Kürd Naksibendiligidir. Bu gün için, devlete teslim olmamış, hep çatışmalı tek ideolojik ve toplumsal güç, dini form içinde Kürd Naksibendiliğidir. Uzlaşmıştır ama teslim olmamıştır. Bu dinamik, aynı zamanda değişik uluslardan ve değişik biçimlerde varlığını sürdürmüştür. Bu olgu, Türkiye moderleşmesine, siyasal-düşünsel bir söylem olarak, özgün bir biçimde cevap vermeye çalışmıştır.

Bu yanıyla, Kürt Nakşibendi gelenek, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda, Kürdistan’da çok etkili bir hareket olarak dini kurumlara yayıldı. “Gericiliğe” karşı mücadele adı altında Kemalistler, bir bütün olarak bu kurumları ortadan kaldırdılar. Bir kısmını kontrol altına alarak, sisteme entegre ettiler. Oysa din, ideolojik alandan çok, esas olarak, toplumsal fonksiyonları itibariyle, toplumsal alana aittir.Toplumsal alanı bitirmeden, bu olguyu bitiremezsiniz. Kökleri, pek çok alanın derinliklerinde yatan, tarihi geleneklerin yüzyıllar sürmüş dokusunda saklıdır.

Nakşibendilik, yanlız bir dini inanç değil, aynı zamanda insanların toplumsal davranışlarına, benliklerine ve kimliklerinede yön vermeye çalışan bir hareketti. Türkiye’de resmi kamuoyunun bilmediği yada yanliş bildiği şey, Nakşibendilerin de, 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılda, Ittihat ve Terakki’den farklı bir biçimde Osmanlı’nin coğrafyasında en dinamik, en yaygin ve örgütçü ilişkilerle topluma nufüs ettikleridir..

Asker-Sivil-Burokrat olan Kemalistler, İngiliz, Fransız ve Bolşevik’lerle anlaşarak, Osmanlı’nın 1.dünya savaşından geriye kalan merkezi devletini ele geçirdiler. Nakşibendiler ise, toplusal alanda kalarak varlıklarını değişik şekillerde sürdürdüler. Nakşibendilik, TC ‘nin kuruluşundan beri, devlet ve toplum ikileminde hep var olmuştur. Merkezi devletten özerk, yerel olarak devletle rekabet halindeki bu dinamik, Cumhuriyetin her döneminde Kemalistlerin kuşkulandıkları toplumsal bir olgu olarak kaldılar. Hiç bir zaman geleneksel Türk ve Kürt solu, bunu idrak edemedi. Bunun tohumlarıdır bu gün yeşeren…

Gelinen yerde, gerek Solun ve gerekse Kemalistlerin, görmezlikten geldikleri,Türkiye gerçekliklerinden biri olan, Nakşibendilerin kurduklari bu toplumsal örgütlemelerin ne kadar güçlü olduklarıdır.

Her ne kadar Kemalistler “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyorlarsada, mikro elektronikanin ve sermayenin dünya ölçeğinde, sınızsız iletişim ve dolaşım çağında, yerel olanın globalleşmeyle bütünleştiği, globaleşmeninde yerel düzeyde dönüşümcü etkisini kavrayamıyorlar.Ve hala bu çağın gereklerine uygun davranmadıkları ortada. Böylece yerelden, geleneklerden, muhafazakarlıktan yükselen toplumsal dalgaları anlamak istemiyorlar. Daha da onemlisi, Kürt’lerin tarih sahnesine çikmalarını hazmedemiyorlar.

İşte bütün bu olan bitenin ve bu sürecin tam ortasında Kürt’ler duruyor. Her ne kadar ulus olarak, siyasal ve ideolojik refleksleri kırılmış, kadroları tarihin görmediği vahşetten ve acilardan geçirilmiş, dağilmiş, büyük bir bozgundan çikmış iselerde, bir ulusun elbette ihtiyaç duyduğu cevherlerine, gönlü ve aklı açık bir kuşakla, duruşunu, vuruşunu ve gündemini belirliyecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Kürt’ler tarihlerinin hiç bir döneminde özgürlüğe bu kadar yakın olmadıklarının heyecanını yaşamak lazım.


Berham Xalid
Cumartesi, 22 Eylül 2007
behramxalid@gmail.com

9/16/2007


Kürd’ler, Değişim Dinamiğinin Neresindedirler ?
Kendini Arayan Bir Ulus II.



Kürd hareketinin siyasal söylem ve polemiklerinde aktüel kavramlardan biri olan Nakşibendilik ve onun Kürd ulusal kurtuluş hareketlerinde oynadığı rol konusunda, kaldığımız yerden devam edelim. Bu yazının birinci bölümünde Kürd Halıdi, Nakşibendi dini geleneğin sadece Kürd coğrafyasını etkilemediğini, aynı zamanda Kuzey Afrika’dan, Uzak-Asya’ya kadar değişik, İslami toplumları etkilediğini belirtmiştik. Bunun nedenleri üzerinde kafa yormanın ve siyasal sonuçlar çıkarmanın gerekliliğinden bahsetmiştik. Bu anlamda, Kürd aydınlarının kendi tolumsal coğrafyalarının dinamiklerine yabancı kaldıklarını vurgulamıştık.

19. ve 20. yüzyılda Güney Kürdistan’ın en etkili, yurtsever ve Qadiri dini cemaatine bağlı olan Barzanci ailelesi, aynı dönemde bölgede siyasal olarak en etkili güçtü. 1920’de Ingiliz’lere karşı ilk ciddi başkaldırıyı yapan ve bölgesinde egemenliğini ilan eden yine bu aileden Şeyh Mahmud Barzanci’dir. Güney Kürdistan’nın Irak ve İran sınırlarının her iki yakasında bulunan bu ailenin toplumsal gücünden, her bölgesel bölgesel kriz anında, bölge devletleri oldugu gibi, burada var olmak istiyen bütun güçler, bu aileden yararlandıklarını görüyoruz. İran ve Irak savaşında, İran tarafindan desteklenen ve Irak’a karşı küçük gerilla faaliyetlerini sürdüren, Şeyh Muhammad Najib Barzanci’de bu ailedendi.. Ayni dönemde yine bu aileden olan Cafer al- Karim Barzanci, Irak devletinin göstermelik Kurd otonom bölgesinin yürütme merkezinin başkanlığını yaptı. 1950’lerde Irak komünistleri dahi, bu aileden Şeyh Mahmud’un oğlu Şeyh Latif’i saflarına çekmişlerdi. Bütün bunlar şunu göstermektedir; bu aileinin karizmatik, siyasal ve toplumsal etkinliğinden, bir çok gücün yararlanmak istemiştir.

Her ne kadar, Barzanci ailesinin ismi ve kökeni bazılarınca, İmam Musa Kazim aracılığıyla peygamberin soyuna dayandırılmak isteniyorlarsada, özünde isim, Güney Kürdistan’na M.S 1200’lerin sonlarında, Hamadan’dan bu günkü Süleymaniye şehrine yakin olan Şehrazor’un Barzinca köyüne yerleşmiş, Seyyid ve Kürd olan iki kardeş Musa ve Isa’da geldikleri, araştırmacılar doğrulamaktadırlar[1]. Bu sözkonusu olan kaynakta sadece ailenin Qadiri geçmişini belirtmiyor, aynı zamanda Seyyid Isa’nin oğularından birinin kurucusu olduğu Ehl-i Hak dininin geçmiş silsilesini de aciklamaktadir.[2] Büyük oranda, Güney Kürdistan’da yaşamış olan bu aile ferdleri zamanla, 16. yüzyılın sonlarında, Suriye, Arabistan, Türkiye ve Hindistan’a yerleşirler. Baba Resul’un onsekizinci çocuklarından biri olan, “ Muhanmmad Madani” lakabıyla bilinen ve Medine’de en yüksek dini otoriteyi temsil edencek olan Muhammad bin Abdul Rasul Barzanci’ de yine bu ailedendir.[3]

Ibrahim el-Kurani gibi, temel eğitimini babasından ve Şehrezor alimlerinden alan Abdul Rasul Barzanci daha sonra, Hamadam(Iran), Bagdat Mardin, Şam, Istanbul, Kahire ve Mekke’de öğrenim gördü. Kendi döneminde Ibn-i Arabi’nin metafizik kuramının en önemli temsilcisi olan, Abdul Rasul Barzanci, akrabası olan Seyyid Muhammad Barzanci’nin Ahmad Sirhindi ekolünü eleştiren önemli yapıtlarını, Pers’ceden Arap’caya kazandırmıştır.[4] Barzanci ismininin, Uzak Asya ve Endonezya Müslüman topluluklar arasında, günlük hayatın vazgeçilmez kavramları arasına yerleştiren ise, Muhammad Abdul Rasul Barzanci’nin oğlu ve Medine’de doğup, bütün hayatı bu şehirde geçecek olan, Cafer bin Hasan bin Aldulkasim bin Muhammad’dir(1690-1764). İslam dünyasında çok yankı uyandıran eserler yazan Abdukasim bin Muhammad, bugüne kadar Barzanci ismiyle anılan eserleriyle, Uzak Asya İslam toplumları arasında hala yaşıyor. İşte, Barzanci Mevlud’u olarak bilinen ,”Iqadenin Cevahiri” adli eseri, Kuran’dan sonra en önemli dini yapıt olarak okutulmakta ve kaynak olarak gösterilmektedir[5]. Pek çok dini, felsefi-matefizik büyük eser yanında, günümüzde Qadiri ve Naksibendi cemaatlerin vazgeçilmez eserleri olan “Manaqib” adlı eserde, kendisinindir ve aktualitesinden hiç bir şey kaybetmeden okutulmaktadır. Muhammad Barzanci, ayni zamanda Şeyh Abdulqadir Geylani olarak bilinen büyük alimin düşünce sistemi ile ilgili eserler yazmistir.[6] Daha sonra Medine’de yaşıyan Barzanci ailesinden gelenler, dini bilginler olarak değişik düzeylerde görevler aldılar. Barzanci ailesi, özellikle 1840 ile 1908 arasinda tam 67 yil kurum olarak Medine Müftülüğünü yürütmüşlerdir.[7]

17.yüzyılda bilindiği gibi Kürdistan iki büyük imparatorluk (Osmanlı-İran) arasında çok ciddi bir bölünmeye uğrar (Kasr-i Sirin-1639). Büyük oranda Suni ve Müslüman olan Kürdler, tarihi entellektüel kökenleriyle beraber Isfahan’a, Merv’e, Nisapur’a yönelmeyip, İslam’in birinci dini merkezi olan Medine’ye yöneldiklerini görüyoruz. Kürdistan’in büyük bölümü Osmanlı içinde kalarak, özerk konumunu Mirlik kurumuyla korumakla beraber, imparatorluk içinden bağımsız bir siyasal birlik olarak çıkamadı. Bunun sancılarını çeken ve bu acıyı ilk edebi üslübuyla divanina yansıyan Ahmede Xani olduğunu burada belirtmekte yarar var[8].

Kürdistan’in bölünmesi, bati devletlerinin, özellikle İngiliz Doğu Hint Şirketinin Bagdat’ta bir şube açması, bölgedeki miyonerlik faalliyetlerinin yoğun bir şekilde Kürdistan’in iç yapısındaki çelişkileri hızlandırması, Müslüman-Hiristiyan çatışmasının iç toplumsal dokuyu parçalaması ve en önemlisi yarı bağımsız Kürd Mirliklerinin Osmanli/Iran/İngiliz ve Alman birlikleri tarafindan kuşatılıp tasviye edilmeleri Kürdistan’da, siyasal birliğin gerçekleşmesini elgelledi.

Mevlana Halid 1808’de Hindistan’dan döndü, 1826’da ölünceye kadar Kürdistan ve Şam’da çalışmalarına başlarken zaten, Kürd Mirliklerinin gücü sarsılmaya başlamıştı. Her ne kadar saltanatlarının son dönemlerini yaşıyan Soran, Baban, Hekari ve Botan Mirlikleri varlıklarını sürdürüyorlar idiysede Osmanlı, İngiliz ve Alman birliklerinin yoğun imha saldırlarıyla karşı karşıya idiler. 1834‘te Rawanduz Mir’i Kor tutuklandi. Bundan sonra Kürdistan’daki Müslüman, Hiristiyan çatışması hızla şiddetlendi. Behdinan Mirliği özerkliğini kaybetti. İç çatışmalarn önüne geçilemedi, böl ve yönet politakası kışkırtıldı. Alman Von Molke, 1839’da Osmanlı askeri operasyonlarına birkaç Mirliği imha ederek, bu sürece katılıldı. 1843’de Amerikan misyonerlerinin Tiyari bölgesindeki Hiristiyan Nasturi aşiretleri için okul ve pansiyon inşa etme propagandası ve kışkırtmalarının sonucu Botan Mirliğine bağli Kürd’ler bölgeyi kanlı bir biçimde istila ederler.

1845’te Osmanlılar ve Ingilizler, Bedirhan beyin adamlarının Nesturi mezalimi öfkesini bahane göstererek, bu güçlü ulusal yöneticiyi ve müttefiki olan Hekari beyi, Nurullah beyi tasfiye etmeye başladılar. Sonunda, 1847’de son Baban lideri Ehmed Pasa, Bagdat valisince askeri bir bozguna uğratılır. Bu dönemde neredeyse bütün onemli politik liderler şeyh ailelerindendi. Böylece Kürdistan’da Mirliklerden boşalan siyasal erk ilişkilerinin yerini, yavaş yavaş Mevlana Halidi’n başlattığı Kürd Nakşibendi şeyhleri almaktadırlar. Dolayisiyle, Kürdistan’da siyasal erkin, politik geleneklerin dini geleneklerle sentezleşerek şeyhlerin eline geçtiğini ve Nakşibendiliğin Halidi kolunun, Kürdistan’daki toplumsal ve siyasal sürece, hızlı bir şekilde müdahale ederek, tarih sahnesine çıktığını ve yüzyillar sürecek etkilerde bulunduğunu müşaade ediyoruz.

Kürdistan’da Kürd dini cemaatlerin Nakşibendilikte ifadesini bulan bu gelişimine baktığımızda, cemaatlerin karekteristik özeliklerinin yaninda, Kürdistan’in o günkü özel toplumsal konumunun belirleyici faktörler olarak önemli rol oynadıklarını söylenebilinir. “Birincil olarak sosyolojik açidan, elbetteki tarikatın örgütsel şekillenişidir, incelenmesi gereken. Nakşibendi tarikatının örgütsel olarak daha etkili olduğu ve özerk gelişimlere olanak verdiği düşünülebilinir… Şeyhlik, Barzanci Seyyidleriyle sınırlıydı ve Sadatê Nehri ailesiyle. Oysa Mevlana Halid’in birçok halifesi tarikatın yol verdiği şeyhlerdi. Kendi halifelerini atayabiliyorlardı, onlarda kendi halifelerini. Bu olasılık da ancak sınırlı bir ölçüdeydi… Yani, Nakşilerin örgütsel yapıları hızlı yayılmalarını kolaylastırdı”.[9]

Diğer pek çok Kürd geleneksel uleması gibi, Kürd kültür taşıyıcısı olan Mevlana Ziyadin Halid, 1779’de Şehrezor’da doğdu. Halid, Caf aşiretinden bir Kürd idi. Sinê’de, Süleymaniye’de Bagdat’ta Kürd ulamalarından temel eğitimini aldıktan sonra, Şam, Mekke ve Medine’de bulundu. Daha sonra Delhi’ de Abdullah al-Dihlewi’den bir yıl eğitim aldıktan sonra, Nakşibendi icazetini alarak bölgeye döner. 1811 ile 1827 vefatı arasında Osmanlı imparatorluğu içinde tam değişik kökenden 67 halife (30’dan fazla Kürd) tayin ederek çok hizli bir şekilde düşüncelerini yaydı. Ana dili Kürdçe’nin Gorani lehcesi olan Halid, tebliğlerini Kürdçe, Persçe ve Arapça yazmiştir.[10] Çok etkili, örgütcü bir reformcu önder olan Halid, Nakşibendilik hareketine pek çok aşiret liderini saflarına çekmeyi başardı. “Mevlana Halid Nakşibendi, tekkelere yaptığı ziyaretlerin birinde Barzan tekkesi’ne de uğrar ve Şeyh Abdusselam’ı halifesi olarak atar ve birlikte, daha sonra Mevlana Halid’in halifelerinden biri olacak Seyyid Taha’yı ziyaret ederler... Şeyh Abdusselam’ın oynadıgı büyük rolu takdir etmenin bir ifadesi olarak Şeyh Abdulkadir Nehri, Şeyh Abdurrahman Şernexi aracılığıyla Şeyh Ahmed’e bir mektup gönderir ve bu mektupta Şeyh Ahmed’den Kürd hareketinin liderliğini üstlenmesini ister. Ancak Şeyh Ahmed bu teklifi kabul etmez ve liderliğin Şeyh Abdulkadir’de olmasında ısrar eder. Şeyh Abdulkadir’ın isteği üzerine Şeyh Ahmed, kardeşi Mustafa Barzani’yi Şeyh Abdurrahman Şernexi’yle birlikte Türkiye Kürdistan’ına gönderir. Mela Mustafa’dan, Şeyh Abdulkadir ve Şeyh Said Pirani ile Muş bölgesinde buluştuğunu bizzat duydum. Bu olay 1917-1919 yılları arasında gerçekleşmiştir.”[11] Burada görüldügü gibi Nakşibendilik Kürd ulusal özgürlük hareketinin dokusunda yurtsever bir dini/mistik öge olarak siyasal ve toplumsal bir etkinlik ve değişik ilişkiler ağıyla Kürdistan’da varlığını sürdürmüştü. Bu şeyh ailelelerinin edindikleri etkinlik sonradan Kürd ulusalcılığında anahtar rolu oynadı. Şeyh Ubedullah, Şeyh Said, Mela Mustafa Barzani önemli ulusal hareket liderleri, Mevlana Halid’en Nakşibendi geleneklerini devralan şeyhlerin torunlarıdırlar. Bu olgu aynı zamanda, Kürd ulusal ve dini damarın, nasıl bir tarihsel kökene dayandığını ve kendi cografyasından beslenip evrimleşerek günümüze geldiğini göstermektedir.

Sonuç olarak, Kürdistan’nın modern çağin başında, siyasal birliğini yaratmadan parçalanması, jeopolitik ve jeostratejik nedenlerden dolayı iç bünyesindeki kanamanın devam etmesi, çok büyük kültürel kaynaklara sahip olan Kürd ulemasının kültürel birikimleriyle, Islamin “evrensel horizont’una yönelerek, bu miras başka coğrafyalara ve kanallara döküldüğünü rahatlıla söylemek mümkün. Bu durum, Kürd Nakşibendi hareketi içinde geçerlidir. Bu entellektüel çaba ve birikim İslam dünyasında büyük bir etki yaratmasına rağmen, Kuzey Kürdleri bunun siyasal ve düşünsel dinamiklerinin farkina varamadılar, bu isimlere ve kaynaklara yabancı kaldıklarını söylemek her halde haksızlık yapmış olmayız. Bu tarih ve kaynaklar, Kürd diasporasının önemli birikimlerinin arasında olduğu kanaatindeyim. Bu olgu dünya Yahudi sürgünlerinde olduğu gibi, diasporanın kültürel boyutunu çağrıştırmakta, bu alandaki birikimin su yüzüne çıkarilmasını hatırlatmaktadır. Bu kaynakların selektif bir biçimde yeni Kürd kuşaklarına aktarılması bir görev olarak önümüzde durduğu açık ortadadır.


Behram Xalıd
2007-09-16
behramxalid@gmail.com

[1] M. Morki, Rechherches der Kurdologie, Paris 1970, b.315
[2] Tawakkuli, Muhammad Rauf, Tarikh-i Tasawwuf Kurdistan, Tahran, Israkiye yayinlari 1980.
[3] Edmonds, C.J., a.g.e, s, 68
[4] Friedmann, Yohanan, Shaykh Ahmad Sirhindi, Montreal: McGrill University, 1971
[5] Brockelmann, Carl, Geschichte der Arabischen Litteratur, Band I en II, 2. Ed. Leiden, 1943-49
[6] Bruinessen, v.M, Mizan, 1995
[7] Ochsenwald, W., Religion, Gesellschaft und der staat in Arabien, 1984
[8] Ahmede Xani, Mem û Zîn, “Derdê me” bölümü
[9] Bruinessen v.M., Ağa, Şeyh ve Devlet, Ozge yayınları, s. 270-271
[10] Chodkiewicz, Cyrille, Mewlana Khalid (1779/1827), ayn al- hayat, dellatariqa Naqshbandiyya nr.3., 1997, 75-96
[11] Barzani M, Barzani ve Kürd ulusal özgürlük Hareketi, Doz yayınları, 3.baski, 2005, s.23-28