DİL VE İKLİMİN RUHU
“Yeryüzü, hizmet eden taşıyıcıdır, çiçeğe boğulan meyveler verir, kayalıklar ve sular halinde yayılır, bitkiler ve hayvanlar olarak ortaya çıkar. Gökyüzü, Güneş’in arabasını sürdüğü yoldur, bir evreden diğerine geçen Ay’in yoludur, Yıldız’ların gezinen ışıltıları, Mevsimler ve değişimlerdir, Günün ışığı ve kararması, Gecenin karanlığı ve aydınlamasıdır, Havanın yumuşaklığı ve sertliği, Bulutların göçü ve mavileyen Esirin derinliğidir… Yer ve Gökyüzü, ilahi ve fani olan, aynı kökenin bir bütünüdürler”. ( Martin Heidegger)
“Birbirinizi seviniz, ancak, sevginizi zincirlemeyiniz. Sevginiz, ruhunuzun kıyıları arasında kıpırdayan bir deniz olsun”. (Halil Cibran)
Her ne kadar toplum ve doğa yasaları arasında ortak özellikler varsa da, insan bilimleri, bir çok konuda tabiat yasalarından ayrı ve faklı özellikler gösterdiğini biliyoruz. Metod, kapsam ve neden faklı olduklarına girmeden, günümüzdeki bilimsel dönüşümler ile toplumsal değişim arasındaki fark ve ters orantıyı mukayese etmek dahi, bu farklılığın neler olabileceği konusunda bize, belli bir fikir verebileceği kanaatindeyim.
Ve daha, Kemalist sömürgeciliğin kürt milletinin sinesinde, paslı bir hancer gibi duran, ulusal kimyamızda açığı onulmaz yaraların iyileştirmeye çalışacağımız uzun yıllar var kürtlerin önünde. Insanlarımızın gerçekten mutlu ve özgürleşmesine engel olan bu sistem, dünyanın ekolojik dengesini bozan, iklimin değişmesine neden olan ve sermayenin aç gözlülüğünden daha tahripkar, daha ölümcül ve daha toplu bir imha etkisine sahip… Vatanımızda savaş devam ediyor.
Çünkü, bu sistem Kürdistan’ın fiziki, doğal, ulusal, toplumsal, kültürel, ailesel ve insani yapısını bozmakla, değiştirmekle kalmıyor o, aynı zamanda kürt olan ne varsa, her yerde, beyinlerde, ilişkilerde, toplumsal dokuda, dilde, toprakta, benlikte en önemlisi ruhda lanetli bir mikrop gibi, her şeyi tahrip eden, değiştiren ve öldüren bir özelliğe sahip. Kendi, korku ve saldırganlığının altında hızla gelişen bir kürt düşmanlığı sendromu, kürt’lerde de ise, sorunun çözümsüzlüğünden dolayı kuşaktan kuşağa aktarılan, toplumsal bir trauma hasıl olmustur. Herkesi artik tedirgin etmektedir.
Bu sistem kendi refahını, ilerlemesini ölü vücudlar ve akıttığı kan üzerine inşa etmiştir. Bu, kürtler için en az dünyanın iklim dengesini bozan CO2- koldioksit kadar tahribkardır. Kürt toplumunun bütün canlı hücrelerini içerden kemiren bir kanser gibidir. Nihayetinde, dünyada koldioksit oranının yükselmesi, insanın doğal çevresinin bozulmasına, iklim değişimine ve doğal affetlerin oluşmasına sebebiyet vermektedir.
Oysa, Türk sömügeciliğinin kürdistan’da yarattığı tahribatlar ise, çok daha derin, onarılması çok daha zor ve çok daha ince yöntemler içerdiğini, dolayısıyla bu sistem, kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmiyen, kendisi gibi konuşmayan ve kendisi gibi yaşamıyan insanların hem, fiziki ve hem de, manevi dünyalarını tahrip eden bir sistem olduğunu, kürtleri mutsuz ettiğini ve yaşamlarını anlamsızlaştıran bir kabus olduğunu, her geçen gün daha iyi görülüyor. Sistem, kürtlerin mutsuzluğu üzerinden artık yürüyemediği de ortada. Kendi “vatandaşını” mutlu edemiyen bir sistemin, kendisininde mutlu olamıyacağı gerçeği, gelinen yerde belli olmuyormu?
Babasının ‘vasiyetine uyarak tabiatın korunması’ mücadelesini veren, Atlantik okyanusunun öbür ucundaki dünyada, Nobele layik görülen Al Gore, global eco-sistemle ilgili önemli açıklamalar yaptı.
Sempatik, babacan davranışlarıyla sanki, “Diyarbekir eşrafindan biriymiş gibi ve Dagkapı markalı kovboy kundurası ile” Al Gore, iklim değişimi konusunda bilgi sağlamak ve bunu mümkün olduğunca yaygınlaştırmak için büyük çabasindan dolayi bu yılki ödüle layik görüldü. Gore'nın hazırladığı An Inconvenient Truth (Uygunsuz Gerçek) adlı belgesel tüm dünyada gösterildi. Bu film, aynı zamanda bu yıl en iyi belgesel dalında Oscar'a da layık bulundu. Kendisini kutlamak gerekir. Bu, çevrenin korunmasına yönelik çabalar için verilen ikinci Nobel ödülü dür. Ayrica, 2004 yılında da Kenyalı çevreci Wangari Maathai ödüle layık bulunmuştu.
BM bünyesindeki Uluslararası İklim Değişimi Kurulu (IPCC), iklim değişimi ile mücadele araştırmalarının başını çekiyor. Oysa ayni Birleşmiş Milletler kürtlerin köleliğine dayanan devletler hukukunu gözetleyerek, kürtlerin uğradığı katliam ve zulümlere seyirci kalabiliyor. Nerdeyse yüzyıldır kürt dilini, kültürünü tırpanlayan Türkiye Cumhuriyeti devletinin beyaz katliamlarına sessiz kalabiliyor. Bu durum kürtler acısından kabul edilemez olduğu anlaşılmak zorundadır.
Bu konuda, en verimli çağını kürtçe’nin gelişmesine, bu insani, toplumsal ve kültürel değerlerin, yok olmaması için, bilinçli bir çabayla uğraş veren, kendi deyimiyle, “kürtlerin ruhunu diriltmeye çalışıyorum”, diyen Mehmet Uzun’u, burada rahmetle anıyorum. O, kürtler için en az Al Gore kadar değerli eserler geride bıraktı, sanki, “biz hiçiz, aradığımızsa her şey”, dercesine kürtler, onu genç yaşta kaybetmenin acısını yaşıyorlar.
Mehmet Uzun dilin, insanın nice araçlarından yanlızca biri olmadığını; tersine varolanın açıklığında, yer alma olanağını, ancak dil bağışladığını, ancak dil olan yerde dünyanın var olabileceğini, yani, sevginin, aşkin, özgürlüğün, üretimin, eylem ve sorumluluğun ancak, bununla var olabileceğini ve dil ile anlam ifade ettiğinin bilincine varmıştı. O, kürtçe ile bir dünya kurdu ve zor olanı yapmaya çalıştı. Sanki, “Mars gezegenine ulaşmak, insanın kendi kendine ulaşmasından daha kolay olduğunu” söyler gibi o, kürt dilinin, ruhsal çekirdeğini, benlik sürecinin iç merkeziyle olan bağının kaynaklık ettiği, kürt kültürel iklimini, bir botanikçi gibi, bir seyyah gibi, uzun yillar üzerinde çalıştı. Bir edebiyatçı olarak o, sadece gerçekle yetinen biri değildi.
O, bütün var olanlara ait olmaya tanıklık, tarih olarak gerçekleştiğini biliyordu. Tarihin mümkün olabilmesi için de, dilin mülklerin en değerlisi olduğunu eserleriyle, tekrar kürtlere geri verdi.
Mehmet Uzun, kürtlerin ruhunu arıyordu. Halkının dilini, ne için ve nasıl diriltilmesine çabalıyordu. En önemlisi o, kürt mitolojisinden hareketle, kürt insanın ruhunun labirent patikalarıyle, erişilmez zirveleriyle, karanlık ve geçilmez vadileriyle, yaylalarıyla, mevsimleriyle, aci, sevinc ve kederleriyle bağlar kurabildi. Bütün bunları kürtçe ile en güzel en latif en şirin bir biçimde sunabildi. Sen, en “tehlikeli” ve en değerli mülkün sahibi, en mahsum ugraşın cefakarı, yerin cennet, ruhun şad olsun.
Oysa, her zaman ölüm bizimle, yani başımızda duruyor.“Xwedê kengê wê, êmanetê xwe ji me bistine em nizanin” (Allah emanetini bizden ne zaman alacağını bilmeyiz). Önemli olan ondan, ne zaman kaçıp kurtulmamız değil, inandığımız inançlarımız için elimizden gelenin azamisini yapıp yapmadığımızdır. Eğer en başta bir amacın hizmetkarı değilsek, aşkın, hakkın, adaletin ve özgürlüğün sevdalısı değilsek, yer yüzünde bir hiçiz demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder