9/29/2007


Emin Maalouf ve Sonbahar



“Her mevsim değişikliğinde dağlar, ağaçlar ve ırmaklar farklı bir görünüm kazanır. Aynı şekilde insanın da deneyim ve duyguları, yaşının ilerlemesiyle orantılı olarak değişir. Her kışın gönlünde bir baharın kıpırdanışı ve her karanlık gecenin örtüsünde bir gün doğumunun tebessümü vardır” (Halil Cibran)

“Yedi şey insanı helâk eder: onur olmadan siyaset, vicdan olmadan lezzet, emek olmadan para, değer olmadan tanıma, ahlâk olmadan ticaret, insanlik olmadan bilgi, fedekarlık olmadan ibadet.” (Mahatma Gandhi)





Güneş, sonbahar yanlızlığını delen, berak ve yakûdi ışınlarıyla yavaş yavaş, yere düşen ağaç yapraklarında, gizemini saklarcasına, o kocaman ağaçların silületlerini ortaya çıkatırken, kurumuş, rengareng, turuncu yapraklarındaki yorgunluk, o gövdelerin, soğuk rüzgara ve kışa rağmen yeniden, hazırlanmaya koyulduklarının farkına varmayız.

Adeta güneş, o bedenlerden uzaklaşmış gibi, ışıklar daha uzak, daha zarif, daha açık ve daha hüzünlüdürler. Ama yine de o kocaman gövdeler, “sevgi dolu bir sözcük en soğuk günümde bile beni ısıtabilir” dercesine, ne “daha çok” ne de “daha az” kavramlarının, zaman ve mekana yayılmış ağırlığına aldırış etmiyor bile...
Belkide onlar, kaybolan bir şeyi bulmanın verdiği zevkle, o şeyin kendisinden daha değerli olduğunun huzuru içinde, yaşamlarını yeniden, yeniden örüyorlar.

İnsan çoğu zaman diken ekip gül dermek ister, ancak bu isteğimizin doğa yasalarına aykırı olduğunu düşünmeyiz. Bunun gibi, kendisini bilmiyen, bedenini de tanıyamaz, bedenini bilmiyen, çevresini tanıyamaz deyişinde oldugu gibi, Maalouf’ un, aktüel olan “ölümcül kimlikler” adlı eseri çevresinde, kamuoyunda oluşan bir kaç yanliş algılanmayı biraz farklı bir uslüpla, bu yazıda açıklamaya çalışacağım.

“Kainat insanin kabuğu, insan Kainat’in dilidir”, deyişinin okyanusda bir inci gibi, Yahudi, Hiristiyan ve Islam kültür mirasından süzülüp gelerek, bu birikimden beslenmiş olan Lübnan kökenli, Fransız yazar ve araştırmacı Amin Maalouf, “ölümcül kimlikler” adlı eseriyle, gerek “Batı” da ve gerekse “Doğu”da, Edwar Said’in “Orientalizm” adlı eserinden sonra, aydınları en fazla etkileyen eserlerden birisidir. Çünkü, “Batı” bu eserde “Doğu”nun sorunlarının açıklamasından çok, kendi toplumlarının iç ve çok-kültürlülükten kaynaklanan sorunlarının cevaplarını bu eserede bir bakıma “buldukları” için rağbet ediyorlar. Diğer yandan yazarın, temellendirdiği zengin kültürel-hümanist arkaplan, kaynak olarak el değmemiş kronikler, günümüzün sınırsız kültürel ilişkiler aği ve küresel boyuttaki değişimin kültürel çelişkileri, Maalouf’un bu eserlerini daha da cazip hale getirmektedir.

Burada hemen şu yanılgıya işaret ederek başlıyalım. Maalouf’un söz konusu eseri, etnik, kültürel, ulusal, bölgesel ve kişisel v.b. kimlikler ölümcüldür, bu kimlikleri atalım, kozmopolit yada üniversel kimlikleri edinelim varsayimdan hareket etmiyor. Tam tersine bu kimliklerin önünü tıkayan, gelişimlerini sekteye uğratan, özgür gelişimi elgelleyen koşulların, dayanılmaz atmosferinden dolayı insanların, her koşul altında kendi varlıklarının yegane temeli olarak algıladıkları, bu değişik kültürel biçimler içinde, kendi kimliklerini korumaya, kendi kökenlerine sarıldıklarını belirtir.

Maalouf, “içimizde her çeşit faklılıkta olanların, ayrımcılığa uğramaları, kuşatılıp izole olmaları, birbirileriyle savaşmaları, kimlik ve kişilik bulanımlarına girecekleri yerine, kendi kültürlerini geliştirebilecek, kendi kimliklerini başkalarıyla girdiği ilişkide, eşitliğin vazgeçilmez esası olarak kabul görecekleri koşullardan ”[1] söz eder.

Yazar, kendi kimliğiyle ilgili sorulan soruya şöyle cevap verir, “ ben benim, ben olduğum gibiyim, bir baskası değilim. Şu anda ben, iki sınır bölgesinin, iki ülkenin bulunduğu ve iki, üç dillin konuşulduğu, değişik kültürel gelenekler arasından gelen biriyin. Kimliğimi bunlar belirlemektedir. Yarı Fransız, yarı Lübnan’lı mı ? Kesinlikle hayır. Kimlik parçalara bölünmez. Bir parça o tarafta, bir parça bu tarafda olmaz. Kimlik bir bütündür. Dinamiktir. Benim pek çok kimliğim yok. Benim sadece bir kimliğim var ve bir çok alandan beslenmiş, herkeste ayrı belli bir dozajda olan, bende de o var. Bazen konuşmalarımın sonunda, bir bakarsın arkadan bir insan sırtıma elini vurup sesizce, “ siz haklısınız bu şekilde konuşmaya, ama gerçekten, kalbinizin derinliklerinden kendinizi ne görüyorsunuz”?

Bu durumda, dayanılmaz bir şekilde uzunca gülüyorum. Şimdi ise pek gülmüyorum. Çünkü bana öyle geliyorki insana böyle bir yaklaşım biçimi tehlikeleri bir yaklaşıdır. Ne zaman bana benim ne olduğumu, “ kalbinin derinliklerinden” sorulduğunda, bu bana herkeste doğuştan varolan, bir “ derin kalbten”, “derin hakikati” çagrıştırarak, benliğimizdeki bu “hakikatı kaderin” hiç deişmiyecekmiş gibi bir anlam yüklendiğini zannediyorum. Bu soru tarzında bana öyle geliyorki, yaşamımız, bireyselliğimiz, düşücelerimiz, kanaatlerimiz, önceliklerimiz, duygularımız, başkalarıyla olan birliktenliğimiz ve kısacası bir bütün olarak yaşamımız hesaba katılmadan tehayyül edilerek sorulmaktadır.”

Burada Maalouf, kültür kavramının temel açıklamasının yanında, kişinin kimlik yapılanmasında önde gelen, deney ve tercihlerinede yer verir. Burada ki temel soru şu, insan sadece kültür müdür ? Yoksa sosyal kültürel gerçekliği içinde, değişik yönelimsel değerler sistemi midir ?

Ne zanam gerçek kültürel temel ile kimlikler arasinda paradoxsal bir çelişki varsa, burada sağlıklı gelişimden, kimliklerin özgür gelişiminden bahsedilemez. İnsan kendisi özgür bir biçimde, kendisine hiç bir sorun olmadan kimlikler edinebilir. Fakat dayatmayla, zorla, comple asimilasyonla insan kimliğine yapilan müdahaleler sonu alınmaz psikolojik ve toplumsal hastalıklara sebeb olmaktadir.[2] Maalouf’un burada belirtmek istediği eğer, gerçek anlamda kimliklerin özgürce gelişim ortamları yoksa, o zaman bu kimlikler ölümcül altüst oluşlara sebebiyet veren dinamiklere gübredir. Bu ölümcül ortamı yaratan kimliklerin kendileri değildir. Kimlikleri bu duruma getiren, içinde yaşadıkları ölümcül koşullardır. Burada Diyarbekir zindanı bence önemli ve özgün bir örnektir.

Kendi yaşam öyküsünde görüldüğü gibi, değişik kültürel gelenekler ve ortamlar dahi Maalouf’un kişisel kimliğinin canli ve dinamik olan yönünü ortadan kaldırmamıştır. Lübnan’da dünyaya gelen Maalouf, çok değişik kültür ortamnda büyüdü. İlk öğrendiği dil Arabça, olmasına rağmen kendisi Hiristiyan bir aileden gelmektedir. Maalouf’un ataları Avrupa’nın Hiristiyan olmadan ve İslamiyetin Orta Dogu’da yayılmadan önce bölgede yaşamışlardır. Küçük Amin, Fransızca ağırlıklı Jezüitler okuluna gider. Diğer kardeşleri İngilizce okutulan protestan okullarına giderler. Bundan dolayıdırki insanlar ailesini, kardeşlerini New York, London yada Sydney den tanirlar. Örneğin kardeşi David Maalouf’da kendisi gibi, Avustralya literatürünü zenginleştiren önemli bir yazardir.

Elbetteki, insanların çabalarının altında geldikleri yer, eğitim, geçmiş deney ve tecrübeler olduğu kadar, bunların yanında acılar, sevgiler, aşklar ve ayrılıklarında büyük bir payı olduğu kanaatindeyin. Maalouf’un yaşamında bunların payının ne kadar olduğunu bilmiyorum ama eserlerindeki derinlik, bilgi ve ayrıntılar adeta cografyamızın güneşe bakan yüzünün en güzel bir biçimde resilimliyor gibidir.

Bu aynen sonbaharın ışık beraklığında, sevgi topraklarına her gün hayat ve ölüm dağıtan, serilmiş uzun yer sofralarının misafirelerini bekler gibi Maalouf, sabrı ve metaneti sonsuz sırrı içinde taşıyarak, ömrün sonbaharlarına hiç uğramıyacak güneş yüzlülerin, çocukça yaşam sevinclerini, ölümcül diyarlara savuranlara, cenet de cehenem de senin içindedir diyor..

Maalouf, yine de ölümcül acıların sonsuz olduğunda, kiyameti dahi isteyecek olursan eğer, bu güneş ışıklarıyla sevişen yağmurdan sonra parıldayan yeşilliğe, çocuğun hayata açılan mahmur gözlerden sacılan ışığı hiç unutma diyor.


Behram Xalid

29 Eylul 2007



[1] Maalouf, A. (1998) ‘Les identités meurtrières’. Paris: Bernard Grasset.

[2] Watzlawick, P. & Beavin, J.H. & Jackson, D.D.
Pragmatics of Human
Communications: A Study of interactional Patterns, Pathologies and Paradoxes. New York:
Norton, 1967.

Hiç yorum yok: