4/08/2011

Acıların ortak tarihi














Açık Toplum Vakfı, Kürt meselesiyle ilgili Türkler’in ve Kürtler’in yaşadığı acıları, sorunları ve umutlarını aynı kitapta bir araya getirdi. Kürt meselesini düşünürken hafızalardan silinmeyen bazı olaylara ilişkin aydın ve yazarların anlatımına yer verilen “Anadolu Vicdanı” aynı zamanda bir muhasebe yapma vesilesi. Kişisel deneyimlerden oluşan yazılar aslında kendini ötekinin yerine koyabilmenin önemine işaret ediyor.
Örneğin muhafazakar yazar Necip Fazıl Dersim gerçeğini anlatırken, Yaşar Kemal 1950’lerin doğusuna götürüyor. Açık Toplum Vakfı Genel Sekreteri Gökçe Tüylüoğlu, bir yıl süren çalışmanın amacını, “Bu topraklarda çok büyük acılar yaşandı, bedeller ödendi. Diğer tarafı, ‘öteki’ni anlayabilmek için belleğimizdeki enstantaneleri bir araya getirdik. Kürt Türk’ün, Türk de Kürt’ün çektiği acıyı bilsin istedik” şeklinde özetliyor.
Murat suyu kandan kıpkızıl akmıştı
Türk muhafazakarlığının en önemli kalemlerinden Şair Necip Fazıl Kısakürek’in ilk baskısı 1969 yılında yapılan “Son Devrin Din Mazlumları” adlı kitabında anlattıkları Dersim gerçeğini gözler önüne seriyor. Aşağıdaki bölüm, ilk kez Necip Fazıl’ın yayın yönetmeni olduğu Büyük Doğu dergisinde 1945 yılında yayımlandı. Dersim’de halkın kadın-erkek, çocuk-yaşlı demeden katledildiğini yazan Necip Fazıl, o günlerde yaşanan vahşeti, “Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur” cümlesiyle ifade ediyor. İşte Necip Fazıl’ın o yazısı:
“Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elazığ Muallim Mektebi’nde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakya’ya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyla, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gelmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı âkibete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.
Orada bir halk doğranmakta
Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta... Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklanmıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyor. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor. Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur. Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbâldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! (Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, 27. basım, 2009, sayfa 170-171)
G.Doğu’daki köyler mağara devri gibi
YAŞAR Kemal, bir baştan bir başa gezdiği Doğu’daki izlenimlerini paylaşırken, halkın yoksulluğuna dikkat çekiyor. Yaşar Kemal’in Ağustos 1953’te Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘Doğudan Röportajlar’ başlığıyla yayımlanan yazı dizisi o günlerde büyük yankı uyandırmıştı. İşte Yaşar Kemal’in o dönem büyük yankı uyandıran ‘Doğudan Röportajlar’ yazı dizisinden bir bölüm: “Bir gün, Van’ın Sor Köyü’ne gidiyordum. Sor, kırmızı demektir. Sor Köyü Esruk Dağı’nın kayalıkları dibindedir. Dağın dibi düzlüktür. Bu düzlüğe, küçücük bir ova da desek olur. Ovadaki taşlar insan boyudur. Yani şaha kalkmış binlerce taş... Taş ormanı. Gittim, gittim, ne köy var, ne bir şey. Epey arandıktan sonradır ki gözüme gübre yığınları ilişti. Bu uçsuz bucaksız kayalıkta gübre yığını pek mühim bir alamettir. Yeşillik nasıl suya işaretse gübre yığını da köye delalet eder.
Bir tek kadınların ayakları çıplaktı
Vara vara vardım ki gübreliğe, her birinin arkasında kuyu gibi toprağa açılan kapılarıyla köyün evleri var. Kuyudan saç baş darmadağınık, tarih kitaplarındaki mağara insanları resimlerinin tıpkısı insanlar çıkıyorlardı.Hayretten donakalmıştım bu durum karşısında. Yirminci yüzyılın ortasında taş devri... İçimden, kendi kendime “Şu Sor Köyü olsa olsa doğuda bir- iki tanedir. Böylesi de her yerde bulunur” demiştim. Ama sonraları Erzurum’dan Ağrı’sına, Bitlis’inden Siirt’ine, Muş’una kadar bütün doğuyu gördüm. Oradakilerin çoğu da aşağı yukarı Sor Köyü gibiydi. “Böyle şeyler de olur mu” diyenlerin haddi hesabı yoktu. İnanmıyorlardı. Bu yazımı işte onlara ithaf ediyorum... Son doğu seferimde Anduk dağından ancak üç günde ovaya inebildim. Ve üç gece köylerde kaldım. Şiltelerin içine pamuk yerine ot, yaprak basmışlardı. Bütün bu köylülerin hepsi darı yahut arpa ekmeği yiyorlardı. Arpa ekmeği yiyenler hali vakti yerinde olanlardı. Fakirlerin cümlesi cindarıya mum olmuştu. İçlerinde buğday ekmeği hiç yememiş çok kimse vardır. Köy deyince sakın bunları toplu bir ev kümesi sanmayın! Her tepenin üstünde bir ev... Bir köyün hududu kilometrelerce tutuyor. Kışın kimsenin kimseden haberi olmuyor. Köydeki kadınların tümünün ayağı yalın. Neden erkekler değil de kadınlar hep yalın? Anlayamadım bunu.”
Gardiyanların çıplak mahkum avı
DiyarbakIr 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde 1981-83 arasında 33 kişi işkence, ölüm orucu, kendini yakma ve kendini asma yöntemleriyle öldü. 128 kişi sağlıksız yaşam koşulları nedeniyle vereme yakalandı.
En kötü 10 cezaevinden biri
12 kişi ise işkence sonucu sakat kaldı. İşte dünyanın en kötü 10 cezaevinden biri olan Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki işkencelerden nasibini alan Orhan Miroğlu’nun anlatımları: “(...) Önce soyunmuş olanlardan başladılar. Tam olarak soyunmamış olanları da soydular. Birkaç dakika içinde giyinik kimse kalmamıştı.
Kalas ve coplarla vuruyorlardı
Suya yatırmadan önce tutukluları öne doğru eğiyorlar, sağlı sollu duran iki gardiyan, ellerindeki kalas ve coplarla kalçalarına vuruyorlardı. Acıdan dayanamayanlar kaçmaya başlıyor, çırılçıplak tutuklular önde, gardiyanlar peşinde duvardan duvara amansız bir kovalamaca başlıyordu.”
Gazeteci Ferda Balancar liseli Serap’ı anlatıyor
LİSE son sınıf öğrencisi Serap Eser, üniversite sınavına hazırlanmak için gittiği dersaneden dönüşte, bindiği otobüse molotofkokteyli atıldı. Hastanede hayatını kaybetti. Ümit Eser, kardeşinin anısına açtığı blogda “Türkiye bu ayıbın üzerini kara toprakla örttü. Kardeşimin tek suçu okula gitmekti. Silahı çantasındaki kitaplarıydı. Kardeşim 17 yaşında öldü, yıllar boyu hep 17 yaşında kalacak” diye yazıyordu.”
Mavi Çarşı’nın rengi nereden gelir
“Hayat mavidir, korku siyah. Korku bir karanlık rejimidir, halkı sindirerek terbiye etmeye, baskı altında tutmaya yöneliktir. Terhis yolundaki 33 askeri, dağlardaki gençleri, Sivas’ta 37 insanı, Başbağlar’da köylüleri, Mavi Çarşı’da 13 canı yakan bu korkudur. Hangi dinden, hangi inançtan, hangi düşünceden yana olursanız olun, cinayete karşı, aynı tarafta olmak gerekir, insanlığın yanında olmak gerekir.”
1937-1938 yılları arasında o zamanki ismiyle Dersim bölgesinde yaşanan olaylarda hayatını kaybedenlerin kesin sayısı hakkında bir bilgi bulunmuyor. Necip Fazıl Kısakürek’in Dersim katliamıyla ilgili olarak kaleme aldığı kitapçıkta bu rakam 50 bin olarak telaffuz ediliyor. Dersim katliamının bir diğer trajik konusu da katliamda ailelerini kaybeden yüzlerce çocuğun operasyonlara katılan bazı subaylarca ‘besleme olarak alınmasıydı. Besleme olarak alınan çocukların akıbeti bugün bile bilinmiyor. HATİCE YAŞAR / Star / 9 nisan 2011

Hiç yorum yok: