HÜSEYİN YAYMAN
SETA Şubat 2011
ÖZET
1. Kürt meselesi, Türkiye’nin yüzyıllık meselelerinden biridir. Kökleri, İmparatorluk dönemine kadar uzanan bu mesele, Cumhuriyet’in ilanından
bugüne kadar kurulan tüm hükümetlerin ve ara dönemlerin gündeminde
olmuş ve her geçen gün giderek büyüyen bir soruna dönüşmüştür.
2. Sorunun büyüme ve çetrefilleşme süreci, soruna sürekli olarak yeni boyutlar
kazandırmıştır. Bugün gelinen nokta itibarıyla Kürt meselesi, siyasi, iktisadi,
kültürel, ve psikolojik yönleri bulunan, aynı zamanda bölgesel dengeleri
etkileyebilen bir sorun halini almıştır.
3. Cumhuriyetin başından bu yana kamu kurumları, muhalefet partileri ve
sivil toplum örgütleri konuyla ilgili 70 adet rapor hazırlamışlardır. Mevcut
eserler konuyla ilgili büyük bir külliyat oluşturmaktadır. Yapılan çalışmalar,
tarihsel arka planları, aktörleri ve politik referansları bağlamında ele alındığında
Cumhuriyet’in Kürt hafızası olarak nitelendirilmeyi hak etmektedir.
4. Yazılan raporlar, yazıldıkları dönemin siyasi dinamiklerinden ve bağlamından,
kimin tarafından yazıldığından ve kimler tarafından yazılması teşvik
edildiğinden doğrudan etkilenmiştir. Bu çalışma Kürt sorunu hakkında
Cumhuriyet tarihi boyunca yazılmış eserlerin karşılaştırmalı analizini kapsamaktadır.
5. Kürt sorunu hakkında rapor yazma geleneği, bazı istisnalar ve vurgu farklarıyla
beraber, iki ana dönemden oluşmaktadır. Birinci dönem, 1990 öncesi hazırlanan raporları kapsamakta olup, bunların büyük bir kısmı devlet
erkanı tarafından yaz(dır)ıldığı bir dönemi kapsamaktadır. İkinci dönem
raporları 1990 sonrası dönemin raporları olup, önemli bir kısmı doğrudan
siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları tarafından yazdırılmıştır.
6. Raporların içeriği ve üslubu, Türkiye’nin siyasal tarihine paralel bir değişim
göstermiştir. Tek parti döneminde sorun, ağırlıklı olarak asayiş kaygısı
ekseninde homojen bir ulus inşa etme önündeki engellerin kaldırılması
olarak okunurken, çok partili döneme geçişle beraber, sorun ağırlıklı olarak
yönetimde yaşanan aksaklıkların giderilmesi olarak kodlanmıştır. 1990
sonrasında, gerek iç siyasette gerekse dünya siyasetinde vurgusu giderek
artan sivilleşme ve sorunların siyasi çözümü eğilimine paralel bir biçimde,
Kürt meselesi de bu bağlamda değerlendirilmeye başlanmıştır.
7. Doğrudan devlet ve devlet aygıtına bağlı unsurlar üzerinden yazılan (açıklanmış)
raporlar, sorunu asayişin sağlanması, ülkedeki birliğin korunması,
bölgesel geri kalmışlık ekseninde tarif etmeyi tercih ederken, STK’lar ve
siyasi partiler bünyesinde örgütlenen siviller tarafından yazılan raporlarda,
demokratikleşme, sivilleşme ve halkı devletten soğutan siyasaların değiştirilmesi
gibi talepler öne çıkmaktadır.
8. Raporlarda, sorunun tarif edilme biçimi ve çözümüne dönük öneriler kadar
sorunun isimlendirilmesi bile başlı başına bir siyasi pozisyon göstergesi
olarak ele alınmaktadır. Sorun, Şark meselesi, Doğu meselesi, Güneydoğu
meselesi, Kürt meselesi, feodalite sorunu gibi farklı şekillerde tarif edilmiş
ve kimi zaman meselenin terör boyutu, kimi zaman kimlik boyutu, kimi
zaman da sosyo-ekonomik koşullar öne çıkarılmıştır. İsimlendirmeye bağlı
olarak meselenin nedenlerine ve çözümlerine dair algı da farklılaşmaktadır.
Bu çalışmada, yaşanan sorunun bugünkü halini daha iyi tarif ettiği ve
tüm boyutlarını daha iyi kapsadığı düşüncesiyle Kürt sorunu ifadesi tercih
edilmiştir.
9. Yapılan çalışmalarda sorunun uzun bir süre güvenlikçi perspektifle ele alındığı,
bunun dışında kalan yöntemlerden ısrarla kaçınıldığı, ancak sorunun
karmaşıklaşıp büyüdükçe güvenlikçi perspektifin zayıfladığı tespit edilmektedir.
Bu bağlamda daha önce konuşulması dahi sorun olan önerilerin,
sonraki dönemlerde fiilen realize edildiği, fakat zamanlama sorunundan
dolayı sorunu çözmekte yetersiz kaldıkları görülmektedir.
10. Raporlar bir bütün olarak ele alındığında, dönemsel şartların ötesine geçebilen,
geniş kapsamlı bir vizyonu olan çalışmalardan daha çok geçici
önlemleri önceleyen, taktik ve stratejinin birbiriyle yer değiştirdiği, kalıcı
tedbirler almaktan ve sorunu tüm yönleriyle tartışma sürecinde değerlendirmekten
uzak bir vizyonun hâkim olduğuna şahit olunmaktadır.
11. Demokrat Parti döneminde özel olarak bu soruna dair bir çalışma yapılmamış
olmakla birlikte, Kürt sorununun farklı biçimde ele alındığı tespit edilmektedir.
DP’nin, Doğu’da parti teşkilatı açması ve Umum Müfettişliklerin
kaldırılmasıyla Türkiye’nin Kürt siyasetinde ciddi bir değişiklik olmuştur.
12. DP sorunu asayiş mantığıyla ele almayıp, bölgeye büyük bayındırlık ve
imar yatırımları getirmiştir. DP döneminde sağlanan normalleşme Kürt
sorununa da yansımıştır. DP dönemini en iyi özetleyecek olgu, tek parti
döneminde sürgün edilen şahsiyetlerin bir kısmının DP’den vekil olması
gerçekliğidir.
13. 1960 askeri darbesiyle tek parti dönemi siyasi anlayışı, özellikle Cemal
Gürsel’in, “Türkçe konuş” ve “Herkes Türk’tür” sloganları ile özdeşleşen
‘eski’ siyaset, yeniden canlanmış ve sorunu yeniden alevlendirmiştir.
14. 1970’li yıllar, meselenin daha çok sağ-sol denklemi içinde ele alındığı, zaman
zaman bu denklemin zorlandığı ve bu durumda özellikle Türk solu
içinde yeni ayrımlara yol açtığı yıllar olmuştur. Bu anlamda TİP içinde yaşananlar
bugün de önemini koruyan tarihi bir deneyimdir.
15. 1980’li yıllara kadar, Türkiye genelinden izole bir biçimde yaşanan Kürt
meselesinde, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle yeni bir aşamaya girilmiştir.
1978 yılından 1987 yılına kadar devam eden 9 yıllık sıkıyönetim ve 1987
yılında başlayıp 2002 yılına kadar devam eden Olağanüstü Hal şartlarında,
PKK giderek büyümüş, etkisini zaman içinde artırmıştır. Bu dönemde Kürt
sorunu yanlış politikalarla büyümüş ve yeni unsurların eklendiği bir soruna
dönüşmüştür.
16. 1990’lı yıllarda siyasette etkisini artıran sivilleşme söylemlerine rağmen,
sorunla yüzleşmede siyasi ve askeri unsurlar daha fazla iç içe geçmiş, sorun
adeta tüm yönleriyle güvenlikçi paradigmaya teslim edilmiştir. Bu dönemde
uygulanan sert tedbirler sonraki yıllarda sorunun kendisinden daha büyük
bir probleme yol açmıştır.
17. 2000’li yıllarda başlayan demokratikleşme çabaları, AK Parti iktidarıyla
yeni bir ivme kazanmıştır. AK Parti’nin başlattığı ‘Demokratik Açılım’ süreciyle
Kürt sorunu tarihte görülmemiş biçimde ülke gündemine girerken,
toplum sorunla ilk defa bu ölçüde yüzleşmeye başlamıştır.
Kürt meselesinden bahsederken, bırakın çözüm önerilerini, ismi konusunda dahi
anlaşılamayan bir problem alanından bahsediyoruz. Türkiye bu meseleye çoğunlukla
Doğu (Şark) meselesi, Güneydoğu meselesi adını verirken kimi zaman terör,
kimi zaman da Kürt meselesi adını verdi. Konu hakkındaki tartışmaların bir kısmı
problemin içeriğinden çok ismi ve semboller üzerinden yürütüldü.
Cumhuriyet tarihi boyunca dönemsel olarak Kürt meselesi de zaman zaman alevlenip
zaman zaman küllenirken gündemdeki yerini sürekli muhafaza etmiş ve ülkeyi
büyük bir ipotek altına almıştır. Türkiye’nin sorunla ilgili ikna edici, tutarlı,
rasyonel bir siyasetinin olmaması, problemin derinleşmesine yol açmıştır. Kürt
meselesi, PKK’nın ortaya çıkmasıyla yeni bir boyut kazanmış, çözümsüzlük sarmalı
giderek büyümüştür. Günümüzde Türkiye’nin demokratikleşmesi, normalleşmesi
ve evrensel ölçülerde bir hukuk nizamına kavuşmasıyla birlikte ele alınan
Kürt meselesi, zaman içinde ülkenin kendisiyle imtihanına dönüşmüştür. Kürt
meselesinin çözüm yoluna konulamamasında PKK şiddetinin önemli bir tesiri
olsa da, asıl sorun politik irade ve kararlılık eksikliğinde yaşanmaktadır.
Siyasi tarih yanında raporlar ekseninde yapılacak bir okuma, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında sorunun “güvenlik” boyutuyla ele alındığını, temel enstrüman olarak
“asilimasyon ve iskân” siyasetinin önerildiğini göstermektedir. İlk dönem raporları
bölgede yaşayan halkı “Dağ Türkü,” konuşulan dili de “Dağ Türkçesi” olarak
nitelendirirken, önerdiği sert tedbirlerle sorunun yapısal bir nitelik kazanmasına
yol açmıştır. İlk dönem raporları içerisinde özellikle Şark Islahat Planı, Şükrü Kaya
ve Abidin Özmen Raporları ilginç önerilerde bulunmaktadır. Özmen Raporu’nda
yer alan “Her yıl üç dört bin kişinin Batı bölgelerine iskân ettirilerek 15–20 yıllık
bir programla bu halk ortadan kaldırılmalı” cümlesi, aslında tüm olayı ve dönemin
genel havasını özetlemektedir. İlk dönem raporlarında dile getirilen sert
önlemler tam tersine bir sonuç vermiş ve çok sayıda isyan çıkmıştır.
1990 sonrası dönemde yapılan çalışmalarda genel olarak Kürt meselesinin demokratik
yollardan çözülmesi gerektiği fikri öne çıkmaktadır. Güvenlik raporlarından,
istihbarat değerlendirmelerine, sosyolojik analizlerden, siyasal mütalaalara
değin problem daha serinkanlı bir biçimde analiz edilmektedir. Meselenin
çözümü konusunda adı konulmamış bir politik uzlaşma oluşmuş durumdadır.
Bu dönemde demokrasi, insan hakları, temel hak ve hürriyetler gibi evrensel kavramların
öne çıktığı görülürken, soruna dair sivil bir yaklaşım ve demokratik bir
perspektif söz konusudur.
İlk dönemin güvenlik perspektifi merkezli raporların aksine, ikinci dönem yaklaşımları
daha çok anayasal vatandaşlık ve demokrasi temelinde kaleme alınmıştır.
İkinci dönem raporlarında en çok kullanılan sözcüklerin “insan hakları, demokrasi,
özgürlük, anayasal vatandaşlık, adil yönetim” gibi kavramlar olduğu görülmektedir.
Bu özgürlükçü ve sivil söylem sadece hazırlanan raporlara değil, siyasetçilerin
ve liderlerin konuşmalarına da yansımıştır.
İkinci dalga çalışmalarında PKK ile Kürt meselesinin ayrı ayrı değerlendirilmesi
gerektiği dile getirilirken, terör sorununa karşı yeni güvenlik politikalarının, Kürt
meselesine karşı ise demokratikleşme ve bölgesel gelişme politikalarının kararlılıkla
uygulamaya konulmasının, sorunun kalıcı biçimde aşılmasında ve iç barışın
kökleştirilmesinde tek çıkış yolu olduğu dile getirilmektedir. Demokratikleşme
kavramı ikinci dönemin temel sözcüklerinin başında yer almaktadır.
Demokratikleşme adımları atılmadan teröre karşı mücadelede başarı şansı olmadığı
öne sürülürken, etnik duyarlılıklara demokratik çözümün, çok kültürlü
toplumların ve çoğulcu demokrasilerin vazgeçilmez bir şartı olduğu ifade edilmektedir:
“Kürtçe televizyon ve radyo yayını yapılmasının önündeki yasaklar kaldırılmalıdır.
Anadil yasağı kaldırılmalı, Kürtler kendilerini hayatın her alanında
özgürce ifade edebilmelidir” (SHP Raporu, 1990), “Kürt sorunu etnik duyarlılıklara
karşı demokratik yaklaşımla çözülür” (CHP Raporu, 1999), “Kürtlerin kendilerini
ifade edebilecekleri düzenlemelere gidilmeli” (ANAP Raporu, 1993), “Demokrasi
Türkün de, Kürdün de hakkıdır” (ANAP Raporu, 1993), “Kürt realitesi,
Kürt kimliği ve dili kabul edilerek Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir.” (Adnan
Kahveci Raporu, 1992).
Sakıp Sabancı’nın “Bu sorunu sadece fabrika kurarak çözemeyiz” yaklaşımı bu
dönemi özetleyecek anahtar cümlelerden biridir. SHP 1992 Raporu’nda da dile
getirildiği biçimde, “Devlet adına hareket eden kimi sorumsuz görevlilerden sürekli
baskı gören, işkenceye uğrayan, gözaltına alınan insanlar PKK’ya itilmiş.
devlet kapısından umudunu kesenler PKK’ya katılmışlardır.” Sertlik yanlısı güvenlik
politikaları PKK’nın elini güçlendirip, propaganda gücünü artırırken aşırı
güç kullanımları halkın devletten soğumasına yol açmıştır. Türk- İş Raporu’nda
ise “Kürtlerin etnik kimliğine saygı duyulmalı ve kültürel kimliklerini geliştirmeleri
önündeki engeller kaldırılmalıdır” denirken Türkiye Barolar Birliği çalışmasında,
“Vatandaşlık kavramı yeniden düzenlenmeli ve ‘Çağdaş Vatandaşlık’
anlayışı benimsenmeli, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bir üst kimlik olarak
düzenlemelidir” denilmektedir.
1990 sonrası dönem siyasi partilerden sivil toplum örgütlerine, meslek odalarından
aydınlara, topyekûn rapor yazma seferberliğinin ilan edildiği bir dönemdir.
Bu dönemde yaklaşık 50’ye yakın rapor kaleme alınmıştır. Kürt meselesinin gündeme
gelme biçimi ve PKK şiddetine bağlı olarak çalışmaların da arttığı ya da
azaldığı tespit edilmektedir. Raporların dili ve çözüm önerileri ile ülkenin genel
havası ve siyasal atmosferi arasında adı konulmamış bir bağ bulunmaktadır. Görece
daha özgürlükçü bir atmosferin olduğu dönemlerde kaleme alınan çalışmalar
bu genel havanın izlerini taşımaktadır. Doksanlı yılların başında Kürt kelimesi
dahi telaffuz edilemezken, bu dönemin sonunda alabildiğine özgür bir tartışma
ortamı doğmuştur. Bir anlamda Türkiye, Kürt sorununu konuşarak kendi demokratikleşme
hamlelerini de hızlandırmıştır.
Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla Kürt meselesinde resmi tezlerin dışında
yeni bir inisiyatif ortaya çıkarken, 1991 DYP-SHP koalisyonu süreci hızlandıran
bir etki yapmıştır. 1990’lı yıllarda Kürt meselesinin çözümü noktasında önemli
çaba içinde olan Turgut Özal, bir anlamda pandoranın kutusunu açan liderlerden
biridir. Turgut Özal, özellikle Cumhurbaşkanlığı döneminde ezber bozan, cesur
açıklamalar yapmıştır. Özal, siyasi kariyerini ve kişisel kaderini bu meselenin çözümüne
bağlamıştır.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Kürt meselesinde resmi tezleri tersyüz eden ve inkar
siyasetine son veren bir yaklaşım içinde olmuştur. Özal, yaşanan hadiseyi gerçekçi
bir yaklaşımla analiz ederken bölgede yaşanan olayların terör olayı boyutu kadar
etnik bir boyutu olduğuna vurgu yapmaktadır. Özal, Kürt meselesini çözmeyi,
Türkiye’nin büyümesinin ve bölgesel bir güç merkezi olmasının anahtarı olarak
görmektedir. Bu yönüyle Özal’ın, Sultan Hamid’in siyasetinin modern izleyicisi
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Turgut Özal, İş Dünyası Vakfı’ndaki konuşmasında
“Ben bu meselenin çözüleceğine adım gibi inanıyorum. Ama telaşa,
heyecana lüzum yok. Büyük bir ülke olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız”
demek suretiyle olaya yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Özal bir yandan Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernizasyonu için yeni teknolojiler
ve yeni silahlar alınmasını temin ederken diğer yandan Kürt meselesinin demokratik yollardan çözülmesini savunmaktadır. Cumhurbaşkanı Özal, İş Dünyası
Vakfı ve Marmara Kulübü’nde yaptığı konuşmalarda Kürt meselesine özel
bir önem vermiş ve konuşmasının önemli bir kısmını bu meseleye ayırmıştır. Bu
konuşmalar aslında Özal’ın “II. Değişim Programı’nın” temel yaklaşımlarını ortaya
koymaktadır. Özal Kürt meselesinde bir kavganın hiç kimseye fayda getirmeyeceğini,
kışkırtıcılara alet olunmamasını isterken “vuralım, kıralım işi bitirelim”
yaklaşımıyla sorunun çözülemeyeceğini; hatta çok daha fazla büyüyebileceğini
ileri sürmektedir. Cumhurbaşkanı Özal, 2 Ekim 1992 tarihli konuşmasında konuyla
ilgili şunları söylemektedir:
Türkiye sabrederse, insanca davranırsa bu meselenin önünde sonunda çözülecek
bir hadise olduğuna inanıyorum. Mesele zor olabilir ama aşılacak bir meseledir.
Ama yılgınlığa düşmemek lazımdır. Bu meselenin Türkiye’nin entegre olmasıyla
çözüleceği kanaatindeyim. Türkiye bu meselede süratle entegrasyona gidiyor.
(…) Bir kavganın içinde büyük bir mücadelenin hiçbirimize fayda getirmeyeceğini
çok iyi bilelim. Kışkırtıcılara da kimse alet olmasın. Bazen böyle kışkırtıcılar
çıkıyor “vuralım, kıralım işi bitirelim”. Hangi işi bitiriyorsunuz? Bugünkü modern
devrede 21. asra gelirken böyle şey olur mu?
Cumhurbaşkanlığı döneminde mesaisinin önemli bir kısmını Kürt meselesine
ayıran Turgut Özal, vefat etmeden kısa bir süre önce Kürt meselesiyle ilgili şunları
söylemiştir. “Güneydoğu sorunu asker mantığıyla çözülemez. Bu mantık PKK’nın
ekmeğine yağ sürmektedir.” Özal, terörün ayrı, Kürt meselesinin ayrı sorunlar olduğuna
vurgu yaparken, bu iki mücadelenin birbiriyle karıştırılmaması gerektiğini
belirtmiştir.
1990’lı yılların en önemli gelişmelerinden biri de DYP-SHP koalisyonunun kurulmasıdır.
Koalisyonun kurulmasından sonra hükümet, ilk yurt gezisini 8 Aralık
1991 tarihinde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne yapmıştır. Koalisyon hükümetinin
liderleri Süleyman Demirel ve Erdal İnönü, bakanları, komutanları ve geniş bir
gazeteci topluluğunu yanına alarak Güneydoğu gezisine çıkmıştır. Gezi basında
“Güneydoğu’ya çıkarma” şeklinde verilmiştir. Diyarbakır’la başlayan gezi, Mardin,
Şırnak, Siirt’le devam etmiş; mevsimin kış, havaların soğuk olmasına karşın,
heyet gittiği her yerde coşkulu kalabalıklar tarafından karşılanmıştır.
Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, Güneydoğu
konusunda devletin geç kaldığı görüşünde birleşirlerken, Demirel, devlet ile halk
arasındaki kopukluğun ara rejim sonucu olduğunu söylemektedir. Liderler, DYPSHP
koalisyonunun devletle halkı barıştırmak için en büyük şans olduğunu vurgulamaktadırlar
(Bila, 10.12.1991, Milliyet). Bila’ya göre liderler her şeyi vermeye,
yapmaya hazırdırlar; ancak tek koşulları “üniter devletin” muhafaza edilmesidir.
İnönü, üniter devlet dışında çözüm dayatmanın, federatif çözüm zorlamalarının
iç savaşa yol açacağını söylemektedir.
Demirel ve İnönü’nün iki günlük Güneydoğu gezisi boyunca verdikleri mesajı
“Dileyin bizden, ne dilerseniz” şeklinde özetleyen Bila, Demirel ve İnönü’nün
konuşmalarında Güneydoğu insanı karşısında yıllardır izlenen yanlış politikalar
için devlet adına “günah çıkartan” bir görünüm sergilediklerini dile getirmektedir.
Bila liderlerin halkla diyalogunu şu şekilde nakletmektedir:
Ne istiyorsunuz? Baraj mı? Yapalım. Yol mu? Yapalım. Üniversite mi? Kuralım.
Elektrik mi? Getirelim. Su mu? Getirelim. Fabrika mı? Kuralım. Kürt kimliği mi?
Kabul edelim. Kürt Enstitüsü mü? Kuralım. Söyleyin ne istiyorsunuz? Hepsini
yapalım. Yeter ki üniter yapı dışında bir şey istemeyin.
Hükümetin Güneydoğu gezisine İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet
Kahraman, Milli Savunma Bakanı Nevzat Ayaz, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin,
Tarım ve Köy İşleri Bakanı Necmettin Cevheri, Kültür Bakanı Fikri Sağlar, Turizm
Bakanı Abdülkadir Ateş, Orman Bakanı Vefa Tanır, Genel Kurmay Başkanı Doğan
Güreş, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, MGK Genel Sekreteri Orgeneral
Nezihi Çakar ve Emniyet Genel Müdürü Ünal Erkan katılmıştır. Diyarbakır’da
eski belediye önünde toplanan 10 bin kişiye hitap eden İnönü ve Demirel kardeşlik
mesajları verirken (S. Gürel, N. Durukan, E. Pirinççioğu, Milliyet, 08.12.1991)
ilk sözü alan İnönü, şunları söylemektedir:
Hepimiz kardeşiz. Anadilimiz farklı da olsa asırlardır kardeş yaşadık. Bundan
sonra da kardeşçe yaşayacağız. Türkiye’de yeni bir dönem başladı. İnsanların huzur
içinde yaşayacağı, fabrikaların kapanmayacağı, yeniden açılacağı bir dönem
bu. Biz SHP olarak bunu hep söyledik. Güneydoğu raporumuz var. Faili meçhul
cinayetler var. Hepsini bulacağız. Hiçbir faili meçhul cinayet kalmayacak.
Gezi bölge halkı tarafından coşkuyla karşılanırken aynı zamanda güvenlik tedbirleri
had safhadadır. Başbakan yardımcısı Erdal İnönü’den mikrofonu alan Başbakan
Süleyman Demirel, kalabalığı coştururken, Demirel’in konuşması “kurtar
bizi baba” ve “biji baba” sloganlarıyla kesilmiştir. Demirel Diyarbakır’da şu tarihi
konuşmasını yapmıştır:
Türkiye, Kürt gerçeğini tanımıştır. İstanbul da, Hakkâri de sizindir. Bu vatan hepimizindir.
Kuzey Irak’taki Kürtler kardeşimizdir. Saddam bir vahşete kalkışırsa
karşısında bizi bulur.
Heyet Diyarbakır’dan helikopterle Siirt’e geçerken halkın koalisyon liderlerine
olan ilgisi dikkat çekicidir. Erdal İnönü Siirt’te “Seçimlerde ne vadettiysek onları
yapacağız. İcraat yapmaya, sizleri rahat ettirmeye geldik. Kimse Türkiye’de doğduğuna
pişman olmayacak” sözünü vermektedir. Koalisyon liderlerinin halk tarafından
coşkuyla karşılanması karşısında PKK bundan rahatsız olmuş; bazı ilçelerde
kepenk kapatma eylemleri yapılmış ve hükümet protesto edilmiştir.
Süleyman Demirel Güneydoğu gezisinin ilk günü Diyarbakır’da misafir edildiği
Kültür Merkezi’nde gece gazetecilerin sorularını cevaplandırırken hükümetin temel gündeminin Güneydoğu meselesi olduğu görülmektedir. Demirel, hükümetin
sorun karşısında gerçeklerle yüzleşmesi gerektiğini söylerken, tüm vatandaşların
birinci sınıf yurttaş olduğu tezi üzerinde durmaktadır. Liderlerin konuşmalarında
Türklerle Kürtler arasında asırlardır devam eden kardeşliğe yapılan vurgu
dikkat çekmektedir (Bila, 09.12.1991, Milliyet):
Kürt kimliği diyoruz. Artık buna karşı çıkmak mümkün değil. Türkiye, Kürt
realitesini tanımak zorunda. Artık sen Kürt değilsin, Türksün, Orta Asya’dan
beraber yola çıktık, dillerimiz yolda değişti falan diyemeyiz. Bu devleti beraber
kurmuşuz. Osmanlı dağıldığında iki büyük kavim kalmış, Türkler ve Kürtler.
Devletimiz üniter, azınlık yok. Hepimiz bu ülkenin sahibiyiz. Türkiye’de Kürtçe
konuşan vatandaş da her şeyin sahibi. Olaya böyle bakmalıyız.
Bu ifadeler aslında fazla söze gerek bırakmadan devletin Kürt meselesindeki resmi
tezlerinin son bulduğunun ve yeni bir siyasetin benimsendiğinin beyanıdır. Bu
hava toplumda büyük bir iyimserlik ve beklenti doğururken, yükselen PKK terörü
bu olumlu havayı tersyüz etmiş ve barış süreci şiddete boğdurulmak istenmiştir.
Bu tersyüz oluşta hükümetin toplumda oluşan beklentileri karşılayamamasının
da tesiri olmakla birlikte, temel neden PKK’nın “kurtarılmış bölgeler” stratejisi
doğrultusunda şiddete hız vermesidir.
Koalisyon hükümeti sözcülerinin yaptığı açıklamalara bakıldığında hükümetin
Kürt meselesi konusunda yeni bir politika içine girdiği görülmektedir. Batur,
“Türkiye’nin Yeni Kürt Politikası”nı anlatırken, merkezde “kültürel alanda Kürtlere
özerklik tanınması” olduğunu belirtmektedir. Daha bir yıl öncesine kadar
Türkiye’de Kürtlerin varlığının kabul edilmediği dikkate alındığında yeni politikanın
önemi çok daha iyi anlaşılacaktır. Demirel başkanlığında kurulan DYP-SHP
koalisyon hükümetinin Özal’ın başlattığı değişimi tamamlayacak nitelikte önemli
adımlar atma niyetinde olduğu görülmektedir.
Yeni politika çerçevesinde, hükümet Türkiye’de Kürtçe gazete çıkarılmasına, kitap
basılmasına izin vermiştir. Daha birkaç yıl önce Kürtçe kitaplarının ülkeye sokulmasının
yasak olduğu hatırlandığında bu kararın önemi kendiliğinden görülecektir.
Yeni politikanın bir diğer unsuru da Kürtlerin dillerini ve kültürlerini geliştirmek
için Kürt Enstitüsü kurmalarına yeşil ışık yakılmasıdır. Yeni politikada
Kürt kimliği tanınmıştır. Kürt Enstitüsü kurulabilecektir. İsteyen özel Kürtçe ders
alabilecek, Kürtçe gazete çıkartılabilecektir. Kürtçe kitap Türkiye’ye sokulabilecek,
Türkiye’nin resmi dili Türkçe olacaktır (Batur, 10.12.1991, Milliyet).
1970’li yılların Milliyetçi Cephe hükümetlerine Başbakanlık yapan Süleyman
Demirel’in bu açıklamaları devletçi ezberleri bir kez daha bozarken, bu söylem
düzeyi Demirel gibi ihtiyatı elden bırakmayan bir lider için gerçekten büyük bir
devrimdir. Süleyman Demirel’in siyaset anlayışında “askerle kavga etmeme” gerçeği
göz önüne alındığında ve bu açıklamaların Genel Kurmay Başkanı ve Jandarma Genel Komutanları’nın huzurunda yapıldığı düşünüldüğünde, anlamları çok
daha iyi görülecektir. Askerlerin bu açıklamalara itiraz etmeleri bir yana, geziye
bizzat katılmaları yeni siyasetin önemli işaretleridir.
Hükümetin Güneydoğu çıkarmasından bir hafta sonra yapılan HEP kongresinde
yaşananlar ve kongreye gösterilen tepkiler siyasi tansiyonunun yükselmesine yol
açarken, sürecin yönetilmesinin aslında ne kadar zor olduğunu da göstermektedir.
1992’nin son günlerinde peş peşe patlayan bombalar ve basılan jandarma
karakolları, toplumda infial duygusu yaratırken, en son Bakırköy’deki Çetinkaya
mağazasının yakılması, PKK’nın çözüm isteyip istemediği konusunda akıllara
soru işaretleri getirmiştir. Başbakan Süleyman Demirel, 26.12.1991 tarihinde
İstanbul-Bakırköy Çetinkaya mağazası ve Şırnak’ta meydana gelen olaylarla ilgili
sorulan, “Bu olaylar koalisyon protokolünü etkiler mi?” sorusuna “Niye etkilesin?
Yok böyle bir şey. Olaylar yeni başlamış değil. Yedi senedir devam ediyor” cevabını
vermiştir.
1992 Nevruz’uyla Türkiye büyük bir şiddet ortamına sürüklenirken hem SHP’nin
içindeki koalisyon hem de iktidar koalisyonu daha başlamadan büyük yara almıştır.
Koalisyon protokolünde dile getirilen açılımlar otomatikman rafa kaldırılmıştır.
Siyasetin sorunu çözme iradesine karşı PKK’nın zaman zaman HEP’i dahi
dışlayan ve suçlayan bir tutum içine girmesi, çözüm umutlarının başka bahara
ertelenmesine yol açmıştır.
Başbakan Süleyman Demirel 23.11.1992 tarihinde Londra’ya giderken uçakta
gazetecilere yaptığı açıklamada Diyarbakır konuşmasının ardında durduğunu
ifade etmiştir. Demirel konuyla ilgili temel yaklaşımlarının “anayasal yurttaşlık”
olduğunu açıklamış ve bu kavramı Cumhurbaşkanlığı döneminde de ısrarla tekrarlamıştır.
Demirel, Kürt, Türk tartışmasının yanlış olduğunu söylerken iki şey
kurmak istediklerini ifade etmiştir. Birincisi anayasa vatandaşlığı, ikincisi ise anayasa
vatanseverliğidir. Demirel gazetecilere yaptığı açıklamada şunları söylemiştir
(Milliyet Gazetesi, 24.11.1992):
Etnik farklılıklarımız zenginliğimizdir. Dil, din, ırk ayrımlarıyla birlikte ama o
farkları görerek hep birlikte yaşamak bizim asıl amacımız budur. Sen Kürtsün,
sen Çerkezsin, sen ne isen osun fark etmez. İşte tam bu noktada anayasa vatandaşlığı
geliyor. Anayasal vatanperverlik geliyor. Ülkede hep beraber bu anayasal
vatandaşlığa sarılmak gerekiyor. Herkesin anayasa vatandaşı olduğunu bilmesi ve
Türkiye’ye bu topluluğun bir parçası olarak sarılması gerekiyor.
Süleyman Demirel’in bu konuşmasından sonra birçok hükümet, cumhurbaşkanı,
başbakan, genelkurmay başkanı değişirken çözüm umutları sürekli başka bahara
ertelenmiştir. Demirel’in bu açıklamalarına rağmen kısa süre içinde acılı ve kanlı
bir dönem başlamıştır.
Kürt meselesinin çözümü konusunda irade ortaya koyan son parti Adalet ve Kalkınma
Partisi’dir. Başbakan Erdoğan’ın “Demokratik Açılım/Milli Birlik Projesi”
ismini verdiği bu süreç aslında 12 Ağustos 2005 Diyarbakır konuşmasıyla başlamıştır.
Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır konuşması şu şekildedir:
Bu soruna illa isim koyalım diyorsanız Kürt sorunu, bu milletin bir parçasının
değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur. Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez
olsun, Abhaza olsun, Laz olsun, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının
ortak sorunudur. Kürt sorunu ne olacak diyenlere diyorum ki bu ülkenin başbakanı
olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur. Biz büyük bir devletiz ve
millet olarak bu ülkeyi kuranların bize miras bıraktığı temel prensipler ve Cumhuriyet
ilkesi, anayasal düzen dahilinde her sorunu, daha çok demokrasi, daha
çok vatandaşlık hukuku, daha çok refahla çözeceğiz. Bu anlayışla çözüyoruz ve
çözeceğiz de.
Kürt meselesinde siyaset kurumu uzun süre inisiyatif almak istememiş, inisiyatif
almak isteyenlere de önemli bedeller ödetilmiştir. Sorunun çözümü için hamle
sırası Adalet ve Kalkınma Partisi’ndedir. Adalet ve Kalkınma Partisi daha önceki
tüm girişimlerden farklı olarak sorunun çözümünü geniş kapsamlı bir sürece yaymış,
toplumsal ve siyasal bir tartışma sürecini başlatmış ve bu süreçte kurumsal
ittifakı sivil siyasetten yana zorlayan bir tutum içinde olmuştur.
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara gelmesinin hemen ardından “OHAL’in kaldırılması,
DGM’lerin kapatılması, Kürtçe dil kursları açılması, pozitif ayrımcılığa
varan ciddi ekonomik açılımlar yapılması, yaşayan diller enstitüsü kurulması ve
TRT 6” gibi devrim sayılabilecek köklü düzenlemeler yapmıştır. Bununla beraber
gelinen noktada bu radikal adımların sorunu tamamen ortadan kaldıramadığı,
meselenin giderek çetrefilleştiği bilinmektedir.
Adalet ve Kalkınma Partisi sorunla yüzleşme sürecinde aynı zamanda toplumsal
birlikteliği tarif eden unsurları merkeze alan bir siyasi söylem kullanmaktadır.
Erdoğan’ın ‘Demokratik Açılım’ı parti grubunda anlattığı konuşması bu açıdan en
somut örneklerden biridir:
Binlerce yıldır bir arada yaşayan, kız alıp-kız veren, birbirine akraba olan, birbirine
kardeş olan, et ile tırnak haline gelen Türk ile Kürdü, Laz ile Çerkezi Boşnak
ile Gürcüyü birbirinden ayırmak, birbirine düşman eylemek mümkün müdür,
muhtemel midir? Türkiye’nin bir zenginlik olarak gördüğümüz tüm farklılıklarını
birbirinden ayırmak, birbirine rakip ve düşman gibi göstermek, kimin haddinedir?
Selahaddin Eyyubi’nin sancağı altında, Kudüs’ü fethederek, orayı bir barış
ve huzur şehrine çeviren ordunun neferleri biz değil miydik? Çaldıran’da Yavuz
Sultan Selim’in ordusunda birbirine kardeş olan biz değil miydik? Yemen’de,
Çanakkale’de Sarıkamış’ta, Kut-ül Amare’de vatan topraklarını birlikte savunan,
birlikte şehit olan, birlikte gazi olan biz değil miydik? Kurtuluş Savaşı’nın kahraman
evlatları hep birlikte biz değil miyiz? Cumhuriyet’i kuran ve ortak idealler,
ortak hedefler doğrultusunda yüceltenler bizler değil miyiz? İstiklal Marşı’nı dinlerken hepimizin gözleri yaşarmıyor mu? Fuzuli’nin şiirleri nasıl ruhumuza hitap
ediyorsa, Ahmedi Hani’nin dizeleri de aynı şekilde bizi duygulandırmıyor mu?
Bizi birbirimizden ayırmak kimin haddi? Bizim kardeşliğimize kastetmek kimin
haddi? Bizi birbirimize düşürmek, düşman eylemek kimin haddi? Türkiye
Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşlarını birbirine ayrı gayrı görmek kimin haddi? Bu
ülkede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği altında yer alan her etnik
kökendeki insan, Türküyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, bizim kardeşimizdir,
buna kimse gölge düşüremez.
İkinci dönem raporları dikkatli biçimde irdelendiğinde çözüm için üç aşağı, beş
yukarı ortak noktalarda uzlaşıldığı dikkat çekmektedir. MHP ile HEP geleneğinin
uçlarda pozisyon almaları dışında genel bir irade söz konusudur. Bugün gelinen
noktada en çok tartışma çıkaran hususun “Kürtçe eğitim mi, öğretim mi?’ konusu
olduğu dile getirilmektedir. Türkiye’nin yakın zamana kadar sorunu “inkar”,
“hiçbir şey yapmama” ve “şiddet-baskı” modeli üzerinden hareket ettiğini belirten
Kirişçi, artık sorunun demokrasi, fikir özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, Kürtçe
diline özgürlük, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi tezler üzerinden çözme
noktasına gelindiğine işaret etmektedir.
Sonuç olarak geldiğimiz noktada Kürt meselesi kritik bir eşiğe dayanmış durumdadır.
Bu meselede söylenmemiş bir söz, önerilmemiş bir talep, yapılmamış bir
toplantı kalmamıştır. Partilerden sivil toplum örgütlerine, devlet adamlarından,
askerlere birçok kurum, problemin çözümü konusunda yüzlerce öneri dile getirmiştir.
Türkiye problemin çözümüyle ilgili her türlü ikincil adımları atmış; ancak
bir türlü politik kararlılık gösterip nihai adımı atamamıştır. Cumhurbaşkanı
Gül’ün de belirttiği gibi Türkiye ya kendi sorunu olan bu meseleyi çözecek ya
da sorun başkaları tarafından çözülecektir. Kürt meselesi, zamanında atılmayan
adımlarla kendi mecrasından çıkarak Türkiye’nin kendisiyle imtihanına dönüşmüş
durumdadır. Geldiğimiz kritik eşikte Türkiye ya büyük devlet gibi davranarak
bu meselesini çözecek ya da çok daha büyük sorunlarla yüz yüze kalacaktır.
Hüseyin Yayman, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünden mezun oldu. Yüksek Lisansını Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünde yaptı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde “Türkiye’nin İdari Reform Politiği” isimli doktora tez çalışmasıyla, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Doktoru unvanını aldı. Halen Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Kürt sorunuyla ilgili çalışmalarıyla bilinen Yayman, 2010 yılından bu yana aynı zamanda çalışmalarını SETA’da sürdürmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder