4/16/2011

Üniversite ve Bilirkişilik
İsmail Beşikçi

ODTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Mesut Yeğen,  2006 yılında,  aynı fakültede  “Genel sosyoloji ve Metodoloji” alanında ilan edilen profesörlük kadrosu için başvurdu.  Mesut Hoca’nın bu başvurusu  reddedildi.  Bunun üzerine hoca,  bu red işleminin iptali için,  idare mahkemesinde dava açtı.  Mahkeme, başka bir üniversiteden üç  profesörü bilirkişi heyeti olarak saptadı ve bu heyetten görüş istedi.  Heyetin verdiği  bilirkişi raporu üzerine, mahkeme,  Mesut Hoca’nın istemini reddetti.  Üç profesörden oluşan bilirkişi heyeti,  Mesut Yeğen’in çalışmalarının, o kadroya atanmak için yeterli  olmadığını belirtiyordu.


Bu yazının amacı  Mesut Yeğen’in başvurusundan sonra, sürecin nasıl geliştiğini incelemek değildir.  Temel amaç bilirkişilik kurumunu irdelemektir.  (x)


Türkiye, demokratik bir ülke değildir.  İki bakımdan demokratik değildir.  İfade özgürlüğüne kısıtlamalar vardır.  Düşün hayatı, bilim ve sanat hayatı resmi ideoloji tarafından kontrol edilmektedir.  Düşün hayatını, bilim ve sanat hayatını resmi ideoloji belirlemekte ve yönlendirmektedir.  Resmi ideolojinini böylesine etkin olduğu bir devletin demokratik olması, demokratik kabul edilmesi mümkün değildir. İkinci olarak Türkiye laik bir ülke değildir.  Laik olmamasından dolayı  Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir devlet değildir.
Burada şu konunun belirtilmesi de gerekir.  Türkiye, Avrupa’ya göre, örneğin, Avrupa Birliği ülkelerine göre demokratik değildir.  İran,  Irak, Suriye, Mısır, Libya,  Ürdün, Suudi Arabistan gibi Ortadoğu ülkelerine nazaran elbette  çok daha demokratiktir.


İfade özgürlüğünün kısıtlandığı  ülkelerde, “müesses nizam”ı savunmak önemli bir konudur.  İfade özgürlüğünü kısıtlamak bunun için önemlidir.  “Meesses nizam”ın eleştirilmesi  idari ve ve cezai yaptırımlara bağlanmıştır.  “Müsesses nizam” ı savunmak, üniversite için de, yargı ve yüksek yargı için de çok önemli bir konudur. Üniversitelerde çeşitli nedenlere kurulan bilirkişilerin, bilirkişi heyetlerinin  temel görevi  de, birinci planda “müesses nizam”ı gözetmektir.  Bilirkişiler veya bilirkişi heyetleri,  ilgili akademisyenin  çalışmalarını bilimsel kriterler gereğince değerlendirmekten çok,  akademisyenin resmi ideolojiye ne kadar bağlı, sadık olduğunu  ölçerler.  İfade özgürlüğünün kısıtlandığı ülkelerde bu kaçınılıaz  olarak böyledir.   Üniversitelerde, akademik yükseltmelerde  dikkat edilen temel  ilişki budur.  Eğer, akademisyen,  “müeesses nizam”a bağlıysa, sadıksa,  onun yükseltilmesi çok kolaydır. Onun kitaplar yazması, incelemeler hazırlaması bile gerekli değildir.  Onun için bütün koşullar kolay bir şekilde  yerine getirilmiş  sayılır.  Eğer “müesses nizam”a, resmi deolojiye eleştirel bakıyorsa,  onun işi çok zordur, onun için sorunlar başlayabilir.


Daha  5-6 yıl öncesine kadar üniversite kurum olarak  Kürdlerin ve Kürdçenin varlığını  inkar ediyordu. Bugünkü durum mücadelenin getirdiği fiili bir kazanımdır. Fiili durum bu aşamaya gelince, üniversite de bazı  küçük adımlar atma gereğini  duymuştur.  Bu mücadeleye rağmen daha fazlasının olmaması  mücadelenin eksikliğinden veya yanlışlığından değil,  devletin katı tutumundandır, devletin ırkçı ve ayrımcı tutumundandır.  Hızla değişen bir toplum, hiç değişmeyen bir resmi ideoloji ile  yönetilmeye çalışılmaktadır.
Henüz, 5-6 yıl öncesine kadar, Kürtlerden ve Kürdçe’den söz eden  kitaplar, yazılar  hakkında dava görülürken, üniversite öğretim üyelerinden  “bilirkişi raporu” istenirdi. Üniversitelerin, Sosyoloji, Tarih,  Antropoloji,  Ekonomi,  Siyaset bilimleri, Ceza Hukuku, Anayasa Hukuku, Felsefe, Türkoloji… bölümlerinde  görevli bir profesörden veya, birkaç profesörden  oluşan bir heyetten  rapor istenirdi. Onlar da bu yazıları veya kitapları içinde suç var mı, yok mu diye okurlar,  sonunda da “bu yazıda/kitapta suç unsurlarına rastlanmamıştır/rastlanmıştır” diye rapor verirlerdi. Mahkemeler de bu rapor üzerine  hükme varırlardı.  Bu raporlarda genel  olarak, “ Türkiye’de, Kürdlerin yaşadığı belirtilerek bunların ayrı bir millet teşkil ettikleri belirtiliyor.”   Kürd halkına baskı yapıldığı vurgulanıyor”,  “sanki Türk milletinden ayrı bir Kürd halkının varlığı ifade ediliyor”,  “bunların Türkleştirilemeyeceği söyleniyor.”  “… böylece, Anayasanın tanıdığı kamu haklarını ırk mülahazası ile kısmen  veya tamamen  kaldırmayı  hedef  tutan propaganda  yapılarak,  TCK 142/3  maddesi ihlal ediliyor” denirdi.  Benzer raporlar, Terörle mücadele  yasasının 8. maddesi  veya 7. maddesi  için de  yazılırdı.


Bu raporlar da yazının veya kitabın biliimselliğini tartmaktan çok ilgili kişinin yani yazarın resmi ideolojiye  bağlı olup olmadığını  sadık olup olmadığın ölçerdi. Bu raporların bilimsel bir niteliği elbette yoktur.  Çünkü düşüncede suç aramak,  herhangi bir kitabı veya yazıyı, içinde suç var mı yok mu diye okumak  bilim yöntemine çok zıt bir davranıştır. Bilim, bilim ortamında üretilir. Bilim ortamı sınırsız bir düşün özgürlüğünü gerekli kılar. Bilim ortamı, sınırısız düşün özgürlüğü sürecinde,  üzgür eleştirinin dinamik bir şekilde işlediği bir  süreçte oluşur. Düşüncede suç aramak resmi ideooljinin gereğidir.  Resmi ideoloji, herhangi bir ideoloji değildir. Devletin idari ve cezai  yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir.  “Bilirkişi raporları”nın saptadığı temel olgu da budur.  Yazı veya kitap devletin temel görüşünü ihlal etmiş midir? İfade özgürlüğünün sınırlandığı, özgür eleştirinin engellendiği bir  siyasal sistemde,  “bilirkişi raporları” ancak bunları saptayabilir.


Sağda olduğu söylenen, solcu olduğu, Marksist olduğu vurgulanan, liberal olduğu dile getirilini pek çok  ordinaryüs profesör,  profesör… mahkemeler  için bu tür roporlar hazırlamışlardır. Şu anda bile bunlardan en az 40’ını, ordinaryüs profesör … profesör… diyerek  alt  alta sayabilirim. Bu, profesörlerin, giderek  üniversitenin, bilim kavramını  sağlıklı bir şekilde kavramadıkları,  resmi ideolojinin bilgilerinin bilimsel bilgi diye algıladıklarını gösterir.  Üniversitede, bilim yöntemi gereğince düşünen, ifade özgürlüğünü, özgür eleştiriyi  temel bir koşul olarak dile getiren hocalar elbette vardır. Ama bunlar bireyseldir, üniversite kurum olarak resmi ideoloji tarafından yönlendirilen bir kurumdur. Tarih, Sosyoloji, Siyaset bilimleri,  Antropoloji,  Ekonomi gibi sosyal  bilimlerde, beşeri  bilimlerde ve hukuk gibi normatif  bilimlerde bu açıkça böyledir. 


“Bilirkişi raporu” yazan bu profesörlerin, “ sözü edilen kitapta/yazıda suç unsuruna rastlanmamıştır” diyerek rapor yazmaları da onları kurtarmaz.  Zira, düşüncede suç aramak, herhangi bir yazıyı/kitabı içinde su var mı yokmu diye okumak bilim yöntemine çok aykırı olan bir tutumdur.  İlgili yazılar, kitaplar herkes tarafında, bu arada profesörler tarafından da  elbette eleştirilebilir.  Ama düşünce de suç aramak bilim anlayışına çok zıt bir davranıştır.  Bilimde, yanlış şeyler söylemenin, hatta saçma şeyler söylemenin sakıncası yoktur.  Eğer ifade özgürlüğü tamsa, özgür eleştiri  dinamik bir şekilde işliyorsa,  başka bir araştırmacı o yanlışı, saçma şeyleri muhakkak düzeltir.  Ama resmi ideolojinin direktiflerine göre araştırmalar yapmak çok sakıncalıdır. Çünkü bunları eleştirmek, düzeltmek mümkün değildir.  Bu konularda eleştiriler, ancak risk alarak yapılabilir. Düşün hayatını, bilim ve sanat hayatını çölleştiren, kuraklaştıran, beyinlerin kötürümleştiren süreç budur.  Dokunulamaz, eleştirilemez bilgiler, doğruluğundan kuşku duyulamayan bilgiler,  düşün ve bilim hayatında çölleşme ve kuraklık yaratır.


Bugün bir coğrafya profesörü, örneğin, dünyanın düz olduğunu, dönmediğini söylese  bu profesör herkes tarafından kınanır.  Buradaki düşünce, daha doğrusu, bu profesörü eleştiren düşünce  olgulara dayalıdır, bunun için bilimseldir.  Zira bilimde doğruluğun ölçütü olgulardır.  Fakat geçmişte pek çok profesör,  ordinaryüs profesör, Kürdlerin Türk olduğunu, Kürdçe  diye bir dil olmadığını söylemiştir.  Somut olguları olgusal ilişkileri inkar ettiği halde  bir kınama ile karşılaşmamıştır.  Çünkü bu resmi ideolojinin bir bilgisidir, herkes tarafından içselleştirilmiş bir bilgidir. “Bilirkişi raporları” denilen raporlar  da  eser veya yazı sahibinin devletin bu temel görüşlerine sadık olup olmadığını saptar.


Gezmişte yazı veya eser sahipleri,  “Kürdlerden söz etmiş, Kürdçe’den söz etmiş…”  denerek suçlanırdı.  Günümüzde, mücadelenin getirdiği fiili kazanımlardan sonra, bunlar artık söylenemiyor. Bu sefer de, “ Başvuru papan kişinin bütün çalışmaları Kürdlerle ilgili, halbuki çeşiitlilik olması gerekir…” gibi  bahaneler dile getirilerek  engellemeler yapılıyor.


Bugün, Türkiye’de bütün sorunlar Kürd sorunuyla organik olarak ilgilidir.  İstanbul’daki, Egedeki, Marmara’daki, Akdeniz’deki  arsa spekülasyonundan deniz kirliliğine,  sağlık sorunundan eğitim sorununa,  şehirileşmeden, mafyaya, suç örgütlerine… kadar pek çok sorun Kürd  sorunuyla organik olarak  ilgilidir. Çünkü, köyler yakılıp yıkılmış,  milyonlarca insan yerini yurdunu terke zorlanmıştır.  Bunların bir kısmı, İstanbul, İzmir,  gibi şehirlere,  Akdeniz ve Ege  havalisine  göç etmek durumunda kalmıştır.  Bu kesimim buralarda yeni yeni sorunlar oluşturacağı açıktır. Tinerci çoçukların, kap-kaççı çocukların, suç örgütleri tarafından kullanılan çocukların  bu kesimlerden devşirildiği  bilinmektedir. Öte yandan  milliyetçi hereketlerin şehirlerde  gelişime ve yaygınlaşma olanakları bulduğu da  biliniyor. Diyarbakır, Batman, Van, Yüksekova, Kızıltepe, Nusaybin,  Hakkari, Doğubeyazıt, Malazgirt, Tatvan,  gibi şehirlerin  bu yönlerden incelenmesi değerli olabilir.


(x)  Bu konu ile ilgili olan yazılar için bk.  Mesut Yeğen,  Nasıl Profesör Olunur?  Radikal İki,  13 Şubat  2011, Feride Acar, Nasıl Profesör Olunmaz, Radikal İki, 20 Şubat 2011,  Mesut Yeğen,  Nasıl Profesör Olunur (2), Taraf, 21 Şubat 2011,  Mesut Yeğen,  Nasıl Profesör Olunur? (3) Taraf 27 Şubat 2011,  Taraf Gazaetesi Yazı İşleri Müdürlüğü’ne, 5 Nisan 2011

Hiç yorum yok: