4/08/2011

Enerji oyununda Türkiye




















Doğu ile Batı arasında bir enerji köprüsü, yeni Arap dünyası için bir model, Avrasya’daki Yeni Büyük Oyun’da anahtar oyuncu olan Türkiye’nin çok merkezli rolü her zamankinden daha canalıcı.
Mart rtasında Doha’da gerçekleşen 6. El Cezire Forumu’nda, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu dikkate değer bir konuşma yaptı. 2011 Arap İsyanı’nın, “tarihin doğal akışını eski düzenine kavuşturmak için gerekli olduğunu” iddia etti. Ona göre “anormallikler” düzeltilmeliydi; örneğin Şam ve Bağdat arasındaki tarihsel bağları koparan, sömürgeciliğin bölme stratejisi ve örneğin Türkiye ve Suriye’yi düşman eden Soğuk Savaş. Sıradan bir Arap’ın tarihi değiştirebilmesinin vaktinin geldiğini söyledi.
Aynı zamanda Davutoğlu “saygınlık ve itibar isteyen” Ortadoğu kitlelerinin sesinin duyulması gerektiğini vurguladı. Özellikle Libya ve Yemen’i kastederek; şeffaflığa, denetime açıklığa, insan haklarına, hukukun egemenliğine ve “ülkelerimizin ve bölgenin toprak bütünlüğünün korunmasına” duyulan ihtiyacın altını çizdi. Sonra, yine Mart ortasında, İstanbul’da Değişim Liderleri zirvesi gerçekleşti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Batı’yı, 2011 Büyük Arap İsyanı’nı gerçekten desteklemedikleri, en azından ağırdan aldıkları için eleştirirken lafı gevelemedi; ve tıpkı Amerika’nın Irak’ı işgal etmesi gibi, Libya’yı işgal etmenin cezbediciliği konusunda uyardı. Libya’da bir rejim değişikliği olacaksa, bu dış müdahalelerle değil, iç kaynaklı olmalıydı.
Erdoğan’ın; tarihin sonu, medeniyetler çatışması ve terörle savaş gibi başarısızlığa uğramış kavramları tahrip etmeye de zamanı oldu. Davutoğlu ise Batı’yı; “Arap toplumlarının demokrasiyi haketmediğine ve statükoyu korumak ve İslami radikalizmin önüne geçmek için otoriter rejimlere ihtiyacı olduğuna” inandıkları için yerden yere vurdu. Vardıkları sonuç, bugün Ortadoğu’da olanların “küresel, politik, ekonomik ve kültürel yeni bir düzen” için yol gösterme vaadini taşıdığıydı.
İşte kendinizi bölgesel bir lider ve Doğu ve Batı arasındaki nihai köprü olarak konumlandırmak istediğinizde tam da böyle konuşmalısınız. Zaten Erdoğan, Arap dünyasının kalabalıkları için yüksek ahlaki zemindeydi; Mısır’da Mübarek’i baştan beri açıkça istifaya çağırdı. Kısa zamanda Kazablanka’dan Maskat’a herkes yeni Arap dünyası için Türk modeli hakkında konuşuyordu. Fakat sonra Libya olayı oldu.
Türkiye’nin Libya’da bir kaç günde tahliye edilen 20 bin işçisi bir kenara, milyarlarca dolarlık yatırımı vardı. Ankara aynı zamanda olası yeni bir Libya için Batı’nın oynadığı esaslı güç oyununu net biçimde görüyordu. Türkiye NATO içinde, 1973 BM Kararı’nı şiddetle kınarken, insani yardım gönderme konusunda ön saflarda yer aldı. Ve bu arada Türk iş dünyası çoktan Libya’ya dönüş hazırlıklarını tamamlamıştı.
Tüm bu hamleler en hafif tabirle, çok hünerli bir diplomatik oyunu ayrıntılı olarak açıklıyor. Kaçınılmaz soru şu: Türkiye gerçekte neyin peşinde?
Türkiye AB’nin üçüncü gücü olacak
Türkiye; Almanya’dan yüksek nüfusu, birinci sınıf ordusu ve iyi üniversiteleri, güçlü ekonomisi, teknik bilgisi ve iktidar partisinin demokratik İslam markasını “satma” becerisi aracılığıyla yumuşak gücünü gösterme kabiliyeti ile, 2050’den önce Avrupa’nın üçüncü, dünyanın ise dokuzuncu gücü olacak.
Yakında Türkiye BRICS, yükselen yeni güçler grubunun (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) tam zamanlı üyesi olabilir. Geçen yıl, Brezilya’daki zirvede “BRICTS” grubunun ortaya çıkışı ciddi olarak tartışıldı.
Kaşların ciddi biçimde kalkmasına şaşmamalı. Batı’nın yüzlerce yıllık tarihi yükle kamçılanan yanlış kanısı, İslami Ak Parti’nin Başbakanı Erdoğan’dan; Doğu Akdeniz’den Batı Çin’e, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya uzanan (hatta, Allah korusun, Kudüs’ü yeniden fethetmeye kadar gidebilecek), gayriresmi bir imparatorluğa öncülük eden Yeni Osmanlı sultanı ve gelecek vaad eden bir halife olarak korkuyor.
2011 Büyük Arap Ayaklanması’ndan önce bile, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın kaşları özelikle kalkmıştı. Wikileaks Cablegate’in en tartışmalı ifşalarından biri de, Erdoğan’ın güvenilmez, hatta “anti-Amerikancı”, Irak’tan Orta Asya’ya tüm bölgesel meselelerde Washington’dan çok bağımsız, İran’la ciddi ve politik bağlarını ilerleten ve dinin gereklerini yerine getiren bir Müslüman olarak etiketlendirilmesiydi. Başkan Obama geçen Aralık’ta Erdoğan’la resmi bir görüşme yapmak zorunda kaldı. Başka zaman olsaydı, bu görüşme ince biçimde, Amerika’yı gerçekten destekleyen bir Türk Başbakanının askeri darbeden korkmaması gerektiği anlamına gelirdi. Fakat bunlar çok kutuplu zamanlar... Keşke Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin; beş asır boyunca Bab-ı Ali’nin yönettiği bölge hakkındaki sofistike kavrayışını anlama zahmetine girseydi.
Doğu’ya git, genç Türk
Mesele hiç bir zaman Amerika’nın Türkiye’yi kaybediyor olması veya Erdoğan’ın yeni Osmanlı Halifesi (her ne demekse) olması değildi. Mesele Türkiye’nin stratejik derinliğinin nereden geldiği. Bu meselelerin hepsi, şimdi Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun, 2001’de Marmara Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü iken yayınladığı Stratejik Derinlik: Turkiye’nin Uluslararasi Konumu isimli kitapta var. Davutoğlu, Anadolu’nun iç güney bozkırlarından, 13. yüzyıl’ın büyük sufi şairi Rumi’nin yattığı Konya’dan sesleniyor. Konya aynı zamanda AKP’nin de kalbi. Fakat “Yeni Osmanlı Kissinger”ı tarafından yazılmış bu kitap; Anadolu’dan ve Karadeniz şehirlerinden gelerek İstanbul ve Ankara’nın geleneksel, laik elitlerine meydan okuyan yeni bir politik/ dindar elitin dünya görüşünü ifade etmenin ötesinde, Ankara’nın bugünkü jeopolitiğini sergiliyordu.
Davutoğlu Türkiye’yi üç eş merkezli çemberin merkezine koyuyor. 1) Balkanlar, Karadeniz havzası, Kafkaslar. 2) Ortadoğu ve Doğu Akdeniz. 3) Basra Körfezi, Afrika ve Orta Asya. Böylece Türkiye’yi; Hazar Denizi, Karadeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ne ulaşmak için imtiyazlı geçiş olarak konumlandırıyor.
Eski iki kutuplu dünyada Ankara sadece, ABD/ NATO’nun silahı olan pasif bir aktördü. Şimdi Türkiye, Ortadoğu’da kilit bir oyuncu; Davutoğlu’nun ifade ettiği gibi “burası bizim evimiz”. Etki alanları söz konusu olduğunda Türkiye en az sekiz bölgede hak talep edebilir: Balkanlar, Karadeniz, Hazar, Türki Orta Asya, Basra Körfezi, Ortadoğu ve Akdeniz. Pentagon’un haberi olsa da bilmeyen pek çok insan var ki Müslümanlar, küresel deniz trafiği için önemli en az sekiz geçidi kontrol ediyorlar: Çanakkale, İstanbul Boğazı, Süveyş, Babülmendep, Hürmüz, Malaka, Sonda ve Lombok. Ek olarak Cebelitarık’taki ortak egemenlik.
Tüm bunları bir perspektife yerleştirmek için Davutoğlu yeni bir formül bile öneriyor: Yeni Osmanlıcılık+ pan-Türkizm + İslam = Büyük Türkiye. Neo Osmanlıcılık, hem Arap ülkeleri hem de Balkanlar’la; pan-Türkizm, Orta Asya ve tüm dar-el-İslam’la, Fas’tan Endonezya’ya İslam ülkeleri ile bağlantılıdır. Bu Rus stratejistlerin “yakın çevre” adını verdiği şey. Almanya nasıl Avrupa’daki merkezi ve özerk güç ise, Davutoğlu Türkiye’nin daha doğuda aynı rolü oynadığını vurguluyor. Bu tamamen kültürel ve ekonomik vektörlere dayanıyor: silahlar değil, yumuşak güç.
Tabii ki stratejik derinlik hakkında kuşkular var. Fakat kilit nokta şu: Türkiye ekonomik anlamda, hiçbir şeyi yeni Çin olmaktan daha çok istemezdi. Bunun olması için Anadolu; Rusya, Hazar-Orta Asya, Irak ve İran’dan gelen petrol ve gazı Avrupa’ya ihraç etmek için tüm yolların geçtiği stratejik nihai “Boru Hatları Diyarı” olarak yapılandırılmalı.
İşte tam bu noktada Türkiye en iyi ticari ortağı Almanya ile buluşuyor. Fakat önlerindeki yol uzun ve dolambaçlı. Bir 2010 Transatlantik Trendler anketi gösterdi ki, Türklerin sadece yüzde 38’i, Avrupalıların ise yüzde 23’ü Türkiye’nin bir gün Avrupa Birliği’ne kabul edileceğine inanıyor. Bu Türkiye’nin Avrupa’dan vazgeçtiği anlamına gelmiyor; şimdi farklı bir strateji uyguluyor. Kritik biçimde, Davutoğlu Türkiye ve Almanya arasındaki ortaklığı, Fransa ve Almanya arasında olana denk sayıyor. İşte, geçen sene BM Güvenlik Konseyi’nde ultra stratejik İran nükleer dosyası üzerine Washington, Londra ve Paris’e karşı çıkan Ankara ve Brezilya’nın bağlantısı bu gösterge altında analiz edilmeli.
Elbette Davutoğlu’nun Ankara’daki çevresi, Oryantalist adı verilen Ortadoğu’nun, yarım bin yıldan fazla bir süredir Osmanlı-Safevi çekişmesinin öncelikli arenası olduğunun gayet farkındalar. İran’a yakın olan Suriye kritik bir vaka. Ankara Şam’a reform yapmasını ve bunu hızla yapmasını öneriyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün söylediği gibi “Akdeniz kıyılarında kapalı bir rejim olamaz. Esad da bunun farkında... Deneyimlerimizi onunla paylaşıyoruz ve Suriye’de kaos istemiyoruz.”
Aynı zamanda Ankara çok iyi biliyor ki, Suudi Sarayı’nın Ankara ve Tahran’ın gittikçe yakınlaşan ilişkilerinden ödü kopuyor. Yine de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yıllarca Cidde’de yaşamış olması ve Suudilerin nasıl düşündüğünü bilmesi işe yarıyor. Buna ek olarak Osmanlılar, tarikatçılığın Ortadoğu’daki gücü hakkında bilinmesi gereken herşeyi biliyorlar. Katı bir güce dayalı politikanın bir göstergesi de Ankara’nın Suudilerin Bahreyn’i işgaline karşı çıkmamaları veya birazcık karşı çıkmaları.
Patlamaya hazır bir muhit
2011 Büyük Arap İsyanı’nın çalkantılarıyla kısa bir süre için üstü örtülmüş olsa bile, bölgesel anlamda kritik bir gerçek, Ankara’nın şimdi Tahran’ı, Orta Asya ve Basra Körfezine erişmek için altın bir kapı olarak görmesidir. Bu Washington, Kudüs ve ABD’ye bağımlı Arap devletleri için, ileride daha da fazla garantili karmaşa anlamına geliyor. Çünkü Türkiye hem İran hem de Filistin meseleleri için güçlü ve kaçınılmaz bir aktör haline geldi. (Mavi Marmara hadisesinden sonra Erdoğan’ın gayriresmi olarak “Gazze Kralı” olarak tanınmasına şaşırmamalı.)
Davutoğlu’nun bir düsturu da “komşularla sıfır sorun”. Ve ne tehlikeli bir muhit! Türkiye’de Azerbeycan’dakinden daha çok Azeri; Ermenistan’dakinden daha çok Ermeni; Arnavutluk ve Kosova’dakinden daha çok Arnavut; Bosna’dakinden daha çok Boşnak ve Irak Kürdistan’ındakinden daha çok Kürt var. Hepsi potansiyel barut fıçısı. Örneğin, Ankara ekonomik açıdan Irak Kürdistan’ında çok aktif; fakat aynı zamanda Güneydoğu Anadolu’da gerçekleşen yenilenmiş Kürt saldırılarının ardında CIA ve İsrail Mossad’ının olduğu yönünde bol miktarda kuşku var. Irak Kürdistan’ının başkenti Erbil’de Türk giysileri ve birası bol miktarda bulunuyor. (Güney Irak’ta, Şii Basra’sında ise İran yapımı Saipa ve Peugeot arabalar hakim. Kerbela ve Necef dönemecinin ekonomisi ise İranlı hacılara yaslanıyor.) Irak Kürdistan’ında otel, emlak, endüstri ve enerjide baş yatırımcı Türkiye. İki Irak gaz sahası geliştiren Türk petrol şirketi TPAO da dahil, toplam dış yatırım yüzde 55’i Türkiye’ye ait. Türkiye ve İran, Bağdat üzerinde daha fazla etkiye sahip olmak için şiddetli bir rekabet içindeler.
Rusya enerji tekeli istiyor
Daha önceki “Boru Hatları Diyarı” yazılarında da belirttiğim gibi, Türkiye, Rusya’yı karşısına almayı kaldıramayacağı için Kafkas komşularını da içine alan çok hassas dengeli bir oyunu da oynamak durumunda.
Kısacası, eski Soğuk Savaş düşmanları Türkiye ve Rusya, Ortadoğu ve Balkanlar’daki hedeflerini de gözeterek, Kafkaslar ve Orta Asya’yı çekip çevirmek için birlikte bir yol bulmaya çalışıyor. Bu karmaşık evrim de “Boru Hatları Diyarı” ile ilişkili herşeyin, ABD’nin nüfuzunu yayması ve radikal İslam’ı kotrolünü de sınırlamak anlamına geliyor. Rusya ve Türkiye’nin şimdilerde stratejik bir ortak haline gelmesi Washington için hazmedilmesi zor bir durum.
Moskova’nın ihtiyacı olan, Türkiye’nin Avrupa ve Ortadoğu’ya enerji pompalarken bir taraftan da Batı’nın Rusya’yı devredışı bırakarak bir “Boru Hatları Diyarı” oluşturma takıntısının önüne geçmek. Rusya, nihayetinde, Avrupa enerji piyasasını, Avrasyalı üreticileri ve tedarik yollarını tekeline almak istiyor. Bu da elbette Türkiye-Rusya stratejik ortaklığı için çok büyük sorunlara neden olacaktır.
Ankara, Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kilit bir doğal gaz koridoru konumuyla sahip olduğu manevra gücünün Moskova tarafından bilindiğinin farkında. Brüksel de, Erzurum’u Viyana’ya bağlaması planlanan sorunlu Nabucco boru hattını tutkuyla istiyor. Moskova ise Bulgaristan üzerinden Güney Akım’da ısrarcı. Muhtemel çözüm, Türkmen gazını Rusya üzerinden Türkiye’ye taşıyan Nabucco olabilir; ancak, Avrupalı ve Amerikalılar, bir çeşitlendirmeyi içermediğinden bu seçeneğe razı değil.
Rusya halihazırda Türkiye’nin bir numaralı ticaret ortağı. İhracatının enerjide yüzde 70’i, madende yüzde 20,5’i ve kimyasal ürünlerde de yüzde 3’ünü Türkiye ile yapıyor. Türk inşaat şirketlerinin dış piyasalardaki faaliyetlerinin yüzde 25’i Rusya’da. Vizenin gerekmediği Türkiye, Ruslar için turizmin Mekke’si. Rusların Türkiye’de 2019’da tamamlanması öngörülen 20 milyar dolarlık nükleer santral inşaası da TBMM tarafından onaylandı. Bunların hepsi şimdi mümkün hale geldi zira 1990’larda çok revaçta olan, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne tüm Türk dünyasını biraraya getirme hedefindeki Pan Türkizm sona erdi. 2008’deki Rusya- Gürcistan- Osetya savaşı herşeyi ciddi anlamda değiştirdi. Moskova kazandı, Gürcistan NATO’ya veda etti ve Ankara da mesajı aldı.Bu yeni şekillenme çok şey ifade ediyor. Enerji alanında, Türkiye yüzde 80 oranında Rusya’ya bağımlı (doğal gazın yüzde 63’ünü, petrolün de yüzde 29’unu Gazprom’dan sağlıyor). 1997’de Karadeniz üzerinden Samsun’a ulaşan, Batı kolu da Bulgaristan’dan geçen Mavi Akım boru hattı için bir anlaşma imzaladılar. Şu an Lübnan, Suriye, Kıbrıs ve belki İsrail’i de birbirine bağlayan bir doğalgaz boruhattı olan Mavi Akım-2 için bile bir zemin oluşmuş durumda.
Rahatlayın ve akışı sağlayın
Fakat Türkiye ve Rusya’nın oynayabileceği en cazip oyun Güney Akım. Rusya’nın Beregovaja Limanı’ndan başlayan Güney Akım, Karadeniz’de Türk karasularından geçerek Bulgaristan’ın Varna limanına, oradan da İtalya ve Avusturya’ya ulaşıyor. Evet, bu gerçekten cazip bir oyundu, ta ki Moskova Güney Akım yerine trans-Karadeniz likit doğal gaz projesi fikriyle haşır neşir olmaya başlayana kadar. Bu da, Türkiye-Rusya enerji ilişkilerinin ne kadar istikrarsız olduğuna bir kanıt teşkil ediyor.
Ankara’nın aklı, bu sallantıdaki paralel hatlardan, en zor alternatif olan Nabucco’da. Nabucco sadece öngörülen devasa kapasitesiyle değil aynı zamanda “Boru Hatları Diyarı”nda herşeyi bir anda alt üst edebilme potansiyeline sahip Türkmenistan, İran ya da Irak’la anlaşmalar imzalamak için karmaşık müzakereleri de içermesi bakımından kritik. Dolayısıyla, Ankara’nın bölgesel işbirliği ve Avrupa ile enerji temelli ilişkilerini geliştirmeyi hayal etmesi bir sır değil. İran da Türkiye’ye daha fazla gaz ihraç etmek istiyor. Üstelik sadece devasa Güney Pars sahasından kendininkini değil aynı zamanda Türkmen gazını da.Bunu Avrasya’da oynanan Yeni Büyük Oyun’un demirbaşı olarak görün: Ankara, Avrupa’ya İran ve Türkmen gazını temin etmek için Tahran’ın yanında oynuyor. İkisinin de benzer jeopolitik özellikleri var. İkisi de Kürt ayrılıkçılığıyla mücadele ediyor. Ve Erdoğan ile Ahmedinejad Avrupa’ya doğal gaz getirmek için ABD destekli Kafkasya koridoruna tek alternatifin İran olduğunu gayet iyi biliyor. Bu hat da sadece Hazar’ın Türkmen tarafını değil, Türkmenistan’da, İran’ın Meshed kentine yakın geniş Devletabat yatakları ve Erzurum bağlantılarını da içeriyor. Tahran’ın Ankara için benzersiz bir jeopolitik rol üstlenmesiyle karşı karşıya kalmak Washington için ne anlama gelecek? Bir Hazar ülkesi olarak İran, Hazar’ın bir hayli karmaşık yasal statüsüyle ilgili (deniz mi göl mü?) sorunları çözmeye gerek duymadan Türkmen gazının Avrupa şebekelerine nakledilmesini kolaylaştırır. En önemli sonuç: Türkiye İran ile arasını iyi tutmazsa, Avrupa’ya Türkmen gazı götürme trenini kaçıracak ve bu da Avrupa’nın Rusya’ya daha da bağımlı olması anlamına gelecektir.
Türkiye’yi Doğu ile Batı arasındaki nihai enerji köprüsü olarak konumlandıran Davutoğlu büyük bir kumar oynadı. Eğer kaynağınız yoksa, oyuncu olabilmek için başka bir yol bulmak zorundasınız. Türkiye petrolünün en az yüzde 93’ü ve gazının da yüzde 97’sini ithal ediyor. İthal edilen gazın yüzde 55’i elektrik üretimi için kullanıyor ki bu çok pahalı. Enerji arzı Rusya, Kafkaslar ve Ortadoğu’dan ise telep de AB ülkeleri ve Akdeniz yoluyla dünya piyasalarından geliyor. Dünyanın hidrokarbon kaynaklarının yüzde en az yüzde 72’si bu bölgede. Ankara’nın “stratejik sinerjiler”le ilgili büyük iştahlı hayaller kurmamasını düşünmenin bir nedeni olabilir mi?
Enerji içeceğim nerede?
En önemli siyasi mesele, yine, Türkiye’nin aldığı yeni hassas pozisyonun, ABD, AB ve İsrail gibi geleneksel müttefikleriyle ciddi sürtüşmeleri de gerektirmesi. Türkiye gittikçe Rusya, İran ve Suriye ile yakınlaşıyor, hızla gelişen Ortadoğu’da liderlik (bir model olarak da görülüyor) rolü üstleniyor. Burada yine ideoloji değil enerji anahtar konumda. İran’ın uranyum geliştirmesi konusunda geçen yılki Türkiye-Brezilya arabulucluğu; Irak’taki Kürt bölgesel yönetimi ile iyi ticari ilişkileri; Şah Denizi’nin gaz yataklarıyla ilgili anlaşmalarla Azerbaycan ile kurduğu iyi ilişkileri düşünün. Bütün bu gelişmeler kapsayıcı bir temayla bağlantılı: enerji.
Büyük riskler barındıran bu oyunda, bazı Avrupa hükümetleri diğerlerinden daha yetenekli. Bill Clinton’ın bu üçgenin lideri olduğunu düşünüyorsanız, henüz İtalyan Başbakanı Silvio “Bunga Bunga” Berlusconi’yi görmediniz. İtalya, Türkiye ve Rusya arasındaki üçlü “Boru Hatları Diyarı” ilişkisi tipik bir örnek. Geçen yıl Seul’deki G-20 toplantısında, Berlusconi, Erdoğan ve Medvedev sadece boru hatlarını konuşmak için üçlü bir toplantı yaptılar.
Gazprom’un bir yönetim kurulu üyesi, İtalyan La Repubblica gazetesine Gazprom’un faaliyetlerini Avrupa’ya yayması karşılığında, Putin’in, Berlusconi ve İtalyan enerji devi ENI’nin Kazakistan’daki Hazar gazını çıkarmasına olanak verdiğini söyledi. (ENI, Kaddafili ya da Kaddafisiz “yeni” Libya’da işlerine son verme riski altındayken şimdilerde bunun tadını çıkarıyor.)
Türkiye şu anda sadece doğu-batı değil, kuzey-güney hattında da bir “Boru Hatları Diyarı” geliştirmek istiyor. Bu da, Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Mısır gibi, sayıları dokuzdan az olmayan ülkeyle karmaşık ilişkiler ağı anlamına geliyor. Büyük 2011 Arap İsyanı’ndan önce bile, Kahire, Umman, Şam, Beyrut ve Bağdat’ı birbirine bağlayacak bir Arap “Boru Hatları Diyarı” için ciddi müzakereler yapılıyordu. Bu, Ortadoğu için, herhangi bir “barış süreci”, “rejim değişikliği” hatta barışçı bir ayaklanmadan çok daha fazla geliştirici ve birlik sağlayıcı bir girişim olabilirdi.
Yine de ufukta beliren ciddi bir fırtına bu “Boru Hatları Diyarı” faslını tamamen toprağa gömebilir; ki bu da ABD’nin füze kalkanı projesi, her ne kadar Avrupa, Ortadoğu ve Asya’ya konuşlandırılacak olsa da. Büyük 2011 Arap İsyanı bu meseleyi geri plana atmış olabilir ama yine de ortadan kalktığını söyleyemeyiz.
Washington NATO kontrolündeki füze kalkanını Avrupa’ya kurmaya gerekçe olarak İran’ı gösteriyor. Sağlıklı bir bakış, Avrupa’dakinin Rusya’yı, Asya’dakinin de Çin’i hedeflediğini ortaya koyabilirdi. Ama bir de NATO füze kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesi ihtimaki var ki bu da İran’ı ve daha küçük ölçüde Suriye’yi hedef alabilir. Geçen yıl Bürüksel’de yapılan NATO zirvesinde tartışılan bu Pentagon/ NATO hamlesinin siyasi anlamda Ankara’yı ciddi kaosa sürüklediği aşikar.
Davutoğlu’nun kitabından yıllar sonra, Türkiye’nin resmi enerji stratejisini içeren ve Enerji ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı tarafından geçen yıl yayınlanan bir çalışma da, gaz ve enerji sevkiyatının beş stratejik temanın bir öğesi olduğunu ortaya koyuyor. Yeni Türk dış politikası, kilit önemdeki enerji teması çerçevesinde gayet gerçekçi değerlendirmelere dayanıyor gibi görünüyor. Hangi tarafından bakarsak bakalım, bu jeopolitik, kamu ve özel sektör yatırımlardan oluşan karmaşık bir labirent. Bu stratejiyi parçalara ayırmak bir füze kalkanından daha fazlasını gerektirebilir.
Doğu ile Batı arasında bir enerji köprüsü, yeni Arap dünyası için bir model, Avrasya’daki Yeni Büyük Oyun’da anahtar oyuncu olat Türkiye’nin çok merkezli rolü her zamankinden daha canalıcı.
PEPE ESCOBAR / Star / 07-04-2011

Hiç yorum yok: